19 Mart 2023

İstanbul'un adı yeni duyulan deniz kenarı köyü: Karaburun

Doğaya, denize bakınca, Karaburun çok güzel. Yeşil, cayır cayır yeşil. Göz alabildiğine kumsal. Çöpler her yerde, artık bu konuda da yazmayacağım. Sıvası yarım kalmış, sonradan kat atılmış kötü evlere de hop diye sırtımı döndüm. İstersem konaklayabileceğim çok güzel tesisler, kamp alanları bile var. Lokantalar, kumsal, eminim güzel kalpli insanlar var… Güzeli görmeye kararlıyım. Dalgayı, dağları, balıkları…

Güneş sarı halatlarıyla hepimizi sarıp sarmalasaydı, rüzgar biraz dinlense, kuşlar daha çok şarkılar söyleseydi keşke. O zaman Karaburun çok daha güzel olacaktı, eminim.

Gerçi biz havanın bu halini bilerek, biraz üşümeyi bile göze alarak çıktık yola. İngilizler gibi... Kışın bile plajda piknik yapmaya, kumlarda serilmeye, rüzgara karşı yürümeye çok kararlıydık.

İstanbul'un şehre ikinci en yakın plajı

Şimdi ben böyle hem höm diye fazla ahkam kesiyorum bazen. Yok dünyayı gezdim, yok gördüm de gördüm, yok yaşadım, tanıdım, tattım… Ama işin aslı fos.

İstanbul Havalimanı açılmasa, ben Göktürk'ten ilerisine adım atmamıştım herhalde. Oralarda Ağaçlı diye bir yer vardı, sanki yıllar evvel bir gün gitmiştim. O da hayal meyal bir anı.

Artık Arnavutköy diye bir ilçemiz var. Baktım, 2009 yılında İstanbul ilçelerinden birisi olarak eklenmiş. Karaburun da Arnavutköy ilçesine bağlı bir köy. Bildiğimiz o güzeller güzeli Arnavutköy semtiyle karıştırmamak gerekiyor. Tabii isim kıtlığı mı vardı, Arnavutköy gibi dünyanın en güzel ve havalı semtlerinden birinin tekelinde olan isim, neden bir de ilçeye verildi; o kısmını bilemeyeceğim. Büyüklerimiz öyle düşünmüş, öyle uygun görmüşler. Bebek'ten sonraki değil, yeni havaalanından sonra, bir saatte falan varılan, ilçe olan Arnavutköy bizim konumuz.

Neyse, yine çağrışımlar, serbest akımlar, yazı uzuyor. Şunu diyecektim: Kilyos'tan sonra İstanbul'da şehre en yakın ikinci plan olarak geçiyor kaynaklarda. Yalan. Birisi sallamış, yüzlercesi de kopyala-yapıştır yöntemiyle hatayı tekrarlamış. Elmaskum, Altınkum var. Karşı sahilin plajları var. Adalar var.

Şöyle denebilir belki; Kilyos'tan sonra, İstanbul'da engin bir Karadeniz plajı: Karaburun.

Sörf, kano, yamaç paraşütü ve deniz

Duyduğum kadarıyla Karaburun artık yaz günlerinde oldukça kalabalık oluyor. Çevre illerden bile geliyorlarmış. Mevsim şartları izin verdiği sürece yamaç paraşütü, sörf, kano yapılabiliyor. "Karadeniz Rivierası" projesi kapsamına alınmış, gelişmesine destek veriliyor anladığım kadarıyla. Birkaç otel var, tesisler açılmış. İnşası devam eden, muhtemel yakın bir gelecekte açılacak olan yenileri de.

"Balıkçı kasabası" desem, pek değil

Ama tatil beldesi de değil.
Hani Türk sinemacılar, dizi film senaristleri o "sahil kasabası" klişelerini pek bir severler. Eski Rum evleri, dar Arnavut kaldırımlı sokaklar, açık hava kahveleri, balıkçılar, küçük meyhaneler, birbiriyle dost esnaf. Tabii günün sonunda patlak veren büyük ve yasak bir aşk. Yan karakterlerde bir kasaba doktoru, bir yaşlı bilge kişi, nedense orada kalmış bir gayrimüslüm yaşlı hanım…

Sinopsis hazır bile!
Sizi hayal kırıklığına uğratacağım, ama Karaburun, bu klişelere uyacak bir yer değil. Bu tanımlamalara Şile uyardı mesela. Şimdi kalabalık, büyük, gürültülü. Ayvalık uyardı, hâlâ bir nebze gideri var. Eski Foça da öyle, hâlâ o akıllardaki balıkçı kasabası. En azından belli açılardan…

Bu "salaş - kasaba - balıkçı - tarihi" anahtar sözcüklerini kullanarak hazırlanan mizansenler de artık biraz rahatsız edici oluyor gerçi. Ben sıkıldım ya da. "Ne yapalım, kiralar çok pahalı" bahanesiyle tahta sandalyede kötü çay, BİM peyniriyle yapılmış tost yiyip dünya para vermekten bıktım. Kaba saba, varoş, hodbin, bedbaht bir zaman dilimini paylaşmak istemiyorum. Gerçek güzelliği, içten gelen sevecenliği görebilecek kadar açık benim üçüncü gözüm. Aklım da, görgüm de fena değildir. Yani bir yeri, mekanı beğenmemişsem, geçerli sebeplerim mutlaka vardır.
Dağıttım yine konuyu, öf yaaa!

Karaburun acaba güzel bir yer olur mu?

Hani çok çirkin, rahatsız edici falan değil asla. Kötü binalar, zevksiz inşaatlarıyla dolu bir ana caddesi var. Herhangi bir Anadolu kasabası havasında. Ama parsel parsel satılan arsalara malikhaneler, villalar da yapılmış. Sonra siteler gördüm yol boyu. Yine evler birbirinin dibinde, yine en çok sayıda villacık oturtulmuş.
Ne bir ahşap ev, ne bir taş ev, ne bir kalıntı var. 100 yıllık çınar ağaçları, kahkahalarla konuşan 90'lık ihtiyarlara da rastlamadım. Tabii kimsede gülecek, konuşacak hâl kalmadı, o da ayrı mevzu.

Doğaya, denize bakınca, Karaburun çok güzel. Yeşil, cayır cayır yeşil. Göz alabildiğine kumsal. Çöpler her yerde, artık bu konuda da yazmayacağım. Sıvası yarım kalmış, sonradan kat atılmış kötü evlere de hop diye sırtımı döndüm. İstersem konaklayabileceğim çok güzel tesisler, kamp alanları bile var. Lokantalar, kumsal, eminim güzel kalpli insanlar var…
Güzeli görmeye kararlıyım. Dalgayı, dağları, balıkları…

Bu İstanbul nasıl bir şehir böyle?

Koca bir eyalet gibi, hatta ülke gibi. İçinde Karadeniz de var, Ege de. Bazı semtler Paris, Milano, Barselona havasında; bazıları Suriye, Afganistan. Bazen yıl 2023, bazen 2050, bazen 1800'lerin sonu, bazen düpedüz Orta Çağ.
Bu İstanbul nasıl bir şehir böyle?

Hem sanki bütün dünya sığmış, hem sanki dünyanın bütün zamanları aynı kareye sığışmış gibi. İşte beni büyüleyen, başka hiçbir yerde rahat ettirmeyen duygular, bunlar. İstanbul bazen belalı aşık, terk edilemeyen sevgili, geçmiş güzel, ulaşılamayacak taze, zırzop bir çatlak…
Adı üstünde: İS - TAN - BUL!

Aman yüzerken dikkat

Biz piknikten çok zevk aldık. Sonra köpeklerle uzunca bir sahil yürüyüşü yaptık. Bizim gibi pikniğe, açık havanın tadını çıkartmaya gelmiş çiftlerle selamlaştık. Herhalde fazla oksijenle ve rüzgarla bayağı bir yorulduk.

Piknikte yediğimiz kahvaltıdan eser yok. Midemde ziller çalıyor yine.
Karaburun'da adını çokça duyduğum Hanımeli Restaurant'a gitmekti ilk öneri. Son anda arkadaşım Göktürk'e davet etti, balığımızı orada yedik. Hanımeli, Karaburun'a tekrar gitmem için bir neden olarak kaldı.

Babam hep Kilyos'ta boğulan Rus bir yüzme şampiyonundan bahsederdi. Ben de çocuklarıma anlatıyorum aynı hikâyeyi. "Karadeniz, zor ve sinirli bir deniz. Güven olmaz. Açılmayın, fazlaca yüzmeye kalkmayın" diyorum.

Size de söylüyorum: Aman dikkat! Yamaç paraşütü de en sevdiğim outdoor aktivitelerden biri. Karaburun'da yapıldığını duyunca çok mutlu oldum. Belki iki gece kalmalı giderim bir daha sefere. Uçmaya, koşmaya, yüzmeye ve yemeye.

Fatih Türkmenoğlu kimdir?

Fatih Türkmenoğlu İstanbul'da doğdu. Boğaziçi Üniversitesi Psikolojik Danışmanlık bölümünden mezun olduktan sonra New York Üniversitesi'nde 'işletme diploması' programını bitirdi.
University of Michigan'da bir yıl 'konuk gazeteci' olarak seminerler verdi. Northwestern Üniversitesi'nde Ortadoğu bölümünde araştırma yaptı. Kent Üniversitesi'nde 'klinik psikoloji' yüksek lisansı yaptı. Çeşitli terapi eğitimleri aldı, almaya da devam ediyor.

Gazeteciliğe 1995 yılında Sabah grubunda başladı. Sabah ve Yeni Yüzyıl gazeteleri ile Aktüel, Esquire, Cosmopolitan dergilerinde gezi, izlenim yazıları yazdı, çok sayıda röportaj yaptı.

Kuruluş döneminde ilk özel haber kanalı olarak yayına başlayan NTV'ye geçti. Beş yıl çalıştığı kurumda hazırlayıp sunduğu programlarla ödüller kazandı. İzleyen dönemde geçtiği CNN Türk televizyonunda 13 yıl boyunca gezi programları ve belgeseller hazırladı ve sundu.

Milliyet, Cumhuriyet ve Hürriyet Seyahat için yıllarca yazı yazdı. CNN International televizyonu için Türkiye'den uzun süre haber yaptı.

"Her Perşembe Saat 4'te", "Hayat Gezince Güzel", "Türkiye'de Görülmesi Gereken 101 Yer", "Amerikan Rüyası Tabirleri", "Üç Kuruş Fazla Olsun Kırmızı Olsun" adlarıyla beş kitabı yayımlandı.

Moderatör, sunucu olarak da çalışan, şirket yöneticileri ve bürokratlara sunum teknikleri ve medya ile ilişkiler konularında danışmanlık yapan ve TedX konuşmacısı olan Türkmenoğlu, uzman klinik psikolog olarak da danışan kabul ediyor.

ABD ve Türkiye'de yaşıyor. Evli ve iki kız çocuk babası.

Yazarın Diğer Yazıları

Patagonya'dan selam olsun: Ben yokum, dünya var

Biraz ilerisi Antartika; burası da kıtanın da, dünyanın da sonu gibi bier yer. Devasa buzullar, çatur çutur yarılıyorlar. Sonsuz bir ses; ekolu ve derinden… Çok hüzünlü, çok sevinçli, çok çaresiz ve çok hiçbir şey gibi hissettiğim bir an. Ben yokum, dünya var. Burası Patagonya

Anlar, anılar ve hisler: Ressam Ayşe Kazancıgil Döler'in dünyasında bir yolculuk

Adı: Ayşe Kazancıgil Döler. Yaptığı işleri uzun zamandır takip ettiğim bir ressam. İnsanın içini açan, şaşırtan eserleri var. Biraz muzip, bazen geleneksel motiflerle bezeli, bazen şen şakrak şarkılar söylermiş gibi resimler yapıyor. Yaptıkları hiçbir kalıba sığmıyor, ölçeklere nanik yapar bir halde, durmadan çalışıyor…

Arjantin mutfağı: Et, empanada, dulce de leche!

"Ne yeniyor?" diye çok soran oluyor. Malum, Arjantin çok dikkat çekiyor, çok gezginin rüyalarını söylüyor. Konuya açıklık getirmek için buradayım! "Ne yenir?" sorusunu aslında tek kelime ile özetlemek gerekirse, "et" demem yeterli olacaktır. Hadi iki kelime isterseniz; et ve hamur işi. Üçüncü kelimeyi de zorla araya sıkıştırabilirsem: Et, hamur, dulce de leche!

"
"