04 Şubat 2024

Hayat sana kar vermişse, kardan adam yap!

Hayatın en hatırlanır anları en beklenmedik zamanlarda karşımıza çıkan, en umulmadık yerlerde oluşan, saniye saniye şekillenen durumlar değil midir?

"Life is a box of chocolates
And you never know what you're gonna get"

Hayatın kendisini, günlerimizi, toplantılarımızı, gezilerimizi, onu bunu her şeyi planlarız. Daha doğrusu "güya" planlarız. Her bir an, nereye gider belli olsun isteriz. Saatlere ve listelere sıkışmış hayatlar bizi rahatlatır. İnsan psikolojisi belirlilik sever. Düzen değişmeyecek, alışkanlıklar bütün bir 24 saati kaplayacak, konfor alanı hiç bozulmayacak…

Halbuki hayatın en hatırlanır anları en beklenmedik zamanlarda karşımıza çıkan, en umulmadık yerlerde oluşan, saniye saniye şekillenen durumlar değil midir?

Forrest Gump'ın, içinde farklı lezzetler barındıran büyü kutu çikolatalarına atıfla söylenen o meşhur ve unutulmaz cümlesi aklıma gelir hep: "Annem her zaman hayatın bir kutu çikolata olduğunu söyledi, neyle karşılaşacağını hiç bilemezsin!"

İşte aynen böyle bol sürprizli bir hikâye anlatacağım bu hafta size.

Yapacağımız Kırklareli gezisi, gayet güzel bir günde başladı. Soğuk ama açık bir İstanbul sabahında yola koyuldum. Çiftliklerine gideceğimiz arkadaşlarımız konum yollamışlardı, telefondaki rotam 3.5 saat diyordu. Havaların birdenbire döneceğini kestirememişti haliyle. Evet, teknoloji çok ilerledi, ama doğa her zaman daha ileride…

Bir saatlik yol kat ettikten sonra öyle bir yağmur başladı ki, sileceklerin hızı yetişemiyordu, zar zor araba kullanıyordum. İki saat sonra, dağ yoluna vardığımızda manzara iyice değişmeye başladı. "Aaa sulu kara mı döndü" dememize kalmadı, etraftaki beyazlık kırklarında saçlarına ak düşen adamların şakakları gibi ağaçların üzerinde kendini belli etmeye başladı. Tam bunun keyfini çıkartmaya başladık ki olay tamamen değişti, ve tipi başladı.

Sonrası ise hepten bembeyazdı. Sanki bir kuzey ülkesi, sanki bir dağ ve kayak tatili yolculuğunun başlangıcıydı. Aileler sömestr tatilinde dağa, kayağa gidiyordu; ben de hiç ummadan, planlamadan, bir kar tatilinin içine düşmüştüm. Heyecan ve çocuksu bir sevinçle yoluma devam ettim.

Bir süre sonra, içimdeki kar coşkusu yerini endişeye bırakmaya başladı. Arabada ne zincir ne de özel bir donanım mevcuttu. Dört mevsim lastikler, buz tutan yollarda vıjjj vıjjj diye kayıyordu. Hız göstergesi yirmiyi geçtiği anda, sağa sola yalpalamaya başlıyordum. Dağlar çıkılıyor, dağlar iniliyor, keskin virajlar, geçitler zorlukla ve kaplumbağa hızıyla aşılıyordu.

Ağır kar küreme araçları, tuz döken kamyonlar çoktan yollardaydı. Buna rağmen her an tetikteydim. Son elli kilometreyi iki saatte alabildim. Her yer bembeyaz olmuş, kar yine bütün kirleri örtmüştü. Zorlu yollara rağmen çok güzeldi. Başka türlü bir güzellik bu…

Kar yine beyaz ipek bir örtü gibi yağmış, dünyayı bir masal karesine çevirmeyi başarmıştı.

İstikamet, köyde bir çiftlik evi

Benim can dostlarım Hakan ve Bala Kavlakoğlu, Kırklareli'nin bir köyünde çiftlik yaptılar. Bu "çiftlik ve köy evi" modaları çıkmadan yıllar evvel, kırsal bir hayat istedikleri için sadece. Kendi elleriyle, kendi güçleriyle, insan üstü bir çabayla yaptılar. Elleriyle derken, mecazi anlamda söylemiyorum, kendi mühendislikleri ve kas güçleri ile bir çivi, bir kalas diye diye yaptılar bu evi.

Bir kere on sene evvel gitmiştim, bir de şimdi...

Kendi kasları ve hayalleriyle ile yaptıkları bu eve hayran kalmamak mümkün değil. Orada, birlikte geçirdiğimiz üç gün, üç ay kadar doluydu. Sadece fiziksel olarak değil, aynı zamanda duygu doluydu. Saatler bitmesin istedim.

Üç günün sonunda vardığım sonuç ise şuydu: Her an her şey olabilir. Doğayla savaşma ve hayattan fazla bir şey bekleme!

Doktor Jivago filminin setindeyim sanki

Kulağımda da o enfes melodi, filmin filmden de meşhur müziği; bilirsiniz…

Öylesine soğuk bir hava var ki...

Aslında yıllardır böyle kar yağmamış, böylesine beyaz olmamış etraf. Büyüleyici bir kartpostal gibi camdan gördüğüm manzara. Doğa resmen bize hava atıyor, şov yapıyor.

Evde iki soba birden yanıyor. Birisi sadece soba, büyük kütükler saat başı atılıyor. Her yanı camlı. Diğeri, hem kuzine hem kalorifer sistemi. Üzerinde çaylar, ıhlamur ve kahve var. Sobadan çıkan ince bir boru, depoda ısınan suyu odalara taşıyor ve oradaki radyatörlerle odalar da ısınıyor. Buna rağmen, hâlâ, ev öyle sıcacık olmuyor. Zaten olmasın da. Mevsim kışsa, kar geçit vermeyecek kadar her yeri kaplamışsa, zar zor kapıya gelen arabam üç gün yerinden kıpırdayamayacaksa; şartlara boyun eğmekten başka çare yok. Hava soğuksa üşürsün, kar yolları kapatmışsa da kalırsın. Savaşayım dersen neyle savaşacaksın ki? Karşı kuvvet öyle ulu, öyle güçlü ki…

Boyun eğeceksin, eyvallah diyeceksin.

Öyle yaptım.

Bu büyülü manzarayı seyrettim. Çayımı yudumladım, içkimi içtim ve etrafa baktım.

Baş karakter: Duman

Duman, acayip bir köpek. Yüz kilo falan. Boyu, ayaklarını omuzlarıma dayarsa, benden uzun oluyor. Kafası, iki kolumla ancak sarabileceğim kadar büyük. Ayıboğan dedikleri türlerden. Çoban ve soğuk iklim köpek ırklarının bir kırması.

İnanılmaz bir güzellik.

Duman'da sonsuz bir iyilik ve ölümüne koruma hissi var. Dönümlerce arazi ve yüz kadar koyun ona emanet. Zaten öyle korkutucu olabilir ki, kimseler yaklaşmaya cesaret edemez. Onun o altın kalbini de uzaktan göremezler. Ha, o da düşmanca duygularla yaklaşanlara karşı altın kalpli falan değil ayrıca. Sahiplerinin gözlerinin içine bakıyor. Ses tonundaki minnacık bir değişim yeter. Birkaç dakika içinde ortalığı düzene sokacağından, asayişi geri getireceğinden emin oldum ben.

Ama çok güzel.

O kocamanlığına aldırmadan, sevgiyi hisseden kalbi güm güm atarak insana sarılıyor. Devirdiğini anlamadan oynuyor. Ağırlığını bilemeden yerlerde yuvarlanıyor, sarıyor, sarmalıyor.

Ormanda Duman'la yürüyüş çok güzel

Sadece üç kilometre yürümüşüz, ama herhalde hem bu yükseklikteki oksijen azlığından hem de kardan dolayı, bana sanki on kilometre yürümüşüz gibi geldi. Bir de her dakika durduk; bir fotoğraf, bir selfi, bir güzellik paylaşımı…

Derelerden geçtik, kuşları seyrettik, doğanın güzelliğine hayran kaldık. Doğada kaybolma hissi, korkudan ziyade huzur ve keyif vericiydi.

Gerçi çiftlik, ormanın bitişiğinde ama yine de balta girmemiş ormanların içine daldık sonuçta. İki saat kalmışızdır herhalde, ya da bana öyle geldi. Hışşt hışşt kar üstündeki ayak seslerimizden, çıtırt çıtırt sürtündüğümüz ağaç dallarından başka hiç ses yok. Dereler donmuş akmıyor. Kuşlar, sincaplar sıcak yuvalarında uyuyor. Tam bir kayboluş. Doğanın ritmi dünyanın saatlerinden daha yavaş sanki.

Ama hava kararmaya yakın dürtüyor seni, hadi artık evinize…

Politika ve pahalılık konuşmak yasak

Üç gün durmadan konuştuk biz.

Güzel şarkılar dinledik, güzel yemekler de yedik tabii. Hatta arada dans bile ettik. Ama en çok konuştuk. Koyunlardan, bitkilerden, köpeklerden, çocuklardan, kitaplardan; hiç durmadan sohbet ettik. Bizim yaşlarda insanların bilgeliği ve dünyayı demlemiş haliyle…

Birbirimizi gözlerimizle, ruhlarımızla sarıp sarmaladık.

Kahvaltı sofralarında Vize'den alınan yaban mersinli tulum peyniri yedik. Emaye tencerede leziz fondü yaptık. Ne bulursan doğra salatalarımız, gece film seanslarımız, ardı ardına bağlanan şarkı listelerimiz hep sohbet arası detaylardı.

Yollar, dağlar, kar ve Duman.

Asıl aşılması en zor ve en uzak mesafe, şairin dediği gibi, iki insanın yüreklerinin arasındaki mesafeydi. Çoktan aşıldı.

Dağlar, ağaçlar, dereler; adına dünya denen bu gezegenin gerçek güzellikleri, asıl sahipleriydi.

Yine şairin dediği gibi, beyaz ipek gibi yağan kar, varsın kirpiklerime yağsındı.

Duman, canım benim, bir güzel yaratık, bir Tanrı mucizesiydi.

Bir başka mucize ise, birbirinin dilini böylesine anlayan insanların, Kırklareli, Demirköy'de, bir çiftlik evinde, üç şahane gün geçirmeleriydi…

Fatih Türkmenoğlu kimdir?

Fatih Türkmenoğlu İstanbul'da doğdu. Boğaziçi Üniversitesi Psikolojik Danışmanlık bölümünden mezun olduktan sonra New York Üniversitesi'nde 'işletme diploması' programını bitirdi.
University of Michigan'da bir yıl 'konuk gazeteci' olarak seminerler verdi. Northwestern Üniversitesi'nde Ortadoğu bölümünde araştırma yaptı. Kent Üniversitesi'nde 'klinik psikoloji' yüksek lisansı yaptı. Çeşitli terapi eğitimleri aldı, almaya da devam ediyor.

Gazeteciliğe 1995 yılında Sabah grubunda başladı. Sabah ve Yeni Yüzyıl gazeteleri ile Aktüel, Esquire, Cosmopolitan dergilerinde gezi, izlenim yazıları yazdı, çok sayıda röportaj yaptı.

Kuruluş döneminde ilk özel haber kanalı olarak yayına başlayan NTV'ye geçti. Beş yıl çalıştığı kurumda hazırlayıp sunduğu programlarla ödüller kazandı. İzleyen dönemde geçtiği CNN Türk televizyonunda 13 yıl boyunca gezi programları ve belgeseller hazırladı ve sundu.

Milliyet, Cumhuriyet ve Hürriyet Seyahat için yıllarca yazı yazdı. CNN International televizyonu için Türkiye'den uzun süre haber yaptı.

"Her Perşembe Saat 4'te", "Hayat Gezince Güzel", "Türkiye'de Görülmesi Gereken 101 Yer", "Amerikan Rüyası Tabirleri", "Üç Kuruş Fazla Olsun Kırmızı Olsun" adlarıyla beş kitabı yayımlandı.

Moderatör, sunucu olarak da çalışan, şirket yöneticileri ve bürokratlara sunum teknikleri ve medya ile ilişkiler konularında danışmanlık yapan ve TedX konuşmacısı olan Türkmenoğlu, uzman klinik psikolog olarak da danışan kabul ediyor.

ABD ve Türkiye'de yaşıyor. Evli ve iki kız çocuk babası.

Yazarın Diğer Yazıları

Anlar, anılar ve hisler: Ressam Ayşe Kazancıgil Döler'in dünyasında bir yolculuk

Adı: Ayşe Kazancıgil Döler. Yaptığı işleri uzun zamandır takip ettiğim bir ressam. İnsanın içini açan, şaşırtan eserleri var. Biraz muzip, bazen geleneksel motiflerle bezeli, bazen şen şakrak şarkılar söylermiş gibi resimler yapıyor. Yaptıkları hiçbir kalıba sığmıyor, ölçeklere nanik yapar bir halde, durmadan çalışıyor…

Arjantin mutfağı: Et, empanada, dulce de leche!

"Ne yeniyor?" diye çok soran oluyor. Malum, Arjantin çok dikkat çekiyor, çok gezginin rüyalarını söylüyor. Konuya açıklık getirmek için buradayım! "Ne yenir?" sorusunu aslında tek kelime ile özetlemek gerekirse, "et" demem yeterli olacaktır. Hadi iki kelime isterseniz; et ve hamur işi. Üçüncü kelimeyi de zorla araya sıkıştırabilirsem: Et, hamur, dulce de leche!

Arjantin'de iki mücevher: La Recoleta ve Teatro Colon

Ana yazı içinde geçirsem, yazık olacaktı, güme gidecekti. İki çok özel yer; birisi bir mezarlık, diğeri de opera binası. İkisini de görmeden, gezmeden, hatta özel tur almadan Arjantin'den dönülmez. İkisi de birçok sanat eserini barındıran, kendileri de kocaman birer sanat eseri olan şaheserler…