07 Ocak 2024

Bir Londra üçlemesi: The good, the bad and the ugly

Özgürlük, demokrasi, zarafet bir gölge gibi her an takip ediyor. Ama pislik, pahalılık ve yüzlerine acı oturmuş göçmenler de her kareye sızıyor. Dünya kast sisteminin en altındakiler, Londra'da nasıl hayat kuruyor; şaşıyorum. Pahalılık ve çok kötü evler, "Aaaah, yeter ama" dedirtiyor. Londra, bu yazıda bir üçleme olarak satırlara dökülüyor…

1. The Good London

Canım Londra'm.

Dünyada en çok sevdiğim birkaç şehirden biri. Mimarideki detaylar, zengin semtlerdeki bakımlı eski binalar, art-nouveau apartmanlar, 19. yüzyıldan beri işleyen oteller, 500 senelik tiyatrolarla başka bir panaroma.

Sonra her yer yeşil. Kalabalıklaşma, parkların betona kurban olmasını engellemiş. Göllerdeki kuğuların bakıcıları yüzlerce yıldır saraya bağlı olarak çalışıyorlar. Aynı manzarada elli yıldır piknik yapan çiftler, aynı bankta tüm hayatı boyunca kitap okumuş Londralılar var.

Amerika'dan çok farklı bir hava var burada. İngiltere, "enough culture"ın kalelerinden biri. Ziyan olmasın, fazla olmasın, büyük olmasın… Her şey yeteri kadar, yeteceği kadar. Lüzumsuz kalorifer yanmasın, kışın tabii ki bir hırkayla oturulsun, dünden kalan yemek bugün de yensin, iki durak için otobüse binmeye değmez, yürünüversin.

Bayıldığım bir insani tüketim durumu. Bizim eski usul hayatın adabı var bir tarafıyla. Tabii misafir ve yemek davetleri dışındaki yaşam döngüsünden bahsediyorum. Ziyan yok, çöpe atmak yok, göze sokacak bir gösteriş yok. Amerika'nın o "al, olmadı atarsın" zihniyetinden çok uzakta. 

Gelenekler, gelenekler

Ah o gelenekler; geçmişi şimdiye ve sonraya bağlayan, tüm zamanları aynı potada eriten köprüler. Hangi gün ne yapılır, günün hangi saatinde ne içilir, iş çıkışı hangi pub'a gidilir, hepsi belli. DNA'lara sıkı sıkı yazılmış. Değişmeyen kurallar, bükülemez yollar.

Noel hediyelerini açmak için "Boxing Day" beklenir, cuma akşamları mahalle barında fazladan iki bira daha içilir, salı akşamları et yenir, bildik kuru fasulye ve sahanda yumurtalı İngiliz kahvaltısı hafta sonları yapılır. Hafta içi mısır gevreği ve sütle başlayan gün, öğlenleri sandviç, akşamları evde ne varsa o yenerek son bulur. Fish and Chips ise aslında turistler için.

Burası İngiltere. Mutlak monarşi ülkesi İngiltere. Kemikleşmiş geleneklerin ülkesi İngiltere…

Bazen ritüeller, insan hayatından bile daha mühim sanki. Ne olursa olsun soğukkanlılığı koruma, en büyük tartışmada dahi sesini yükseltmeden konuşabilme, ama hakkını sonuna kadar arayabilme yeteneği bahşedilmiş bu insanlara. "Gibi yapma", büyük kavgalara mahal vermeden olayları bir şekilde bağlayabilme kurgusu, çok iyi bir şey söylüyormuş gibi yaparken karşındaki insanı yerden yere vurabilme becerisi, az buz bir yetenek değil.

St. Paul Katedrali

Herhalde tüm Birleşik Kırallık'ın en çok tanınan binalarından biridir. Şu andaki haliyle 1710 yılında inşası tamamlandı, ama aslında 640 yılından beri aynı yerde hizmet veren bir kilise.

Ne krallar, kraliçeler, başbakanlar gördü…

Ne düğünler, ne görkemli cenazelere tanıklık etti. Kim bilir kaç milyon kez haber oldu, haberlere ev sahibi oldu. Kaç genç kız soylu bir erkekle burada evlenmeyi hayal etti, kaç turist ziyaret edip resim çekti, kaç kişi dualarını göz yaşlarıyla burada dile getirdi…

Noel ayini için gece 10'da kapılar açılıyordu. Unuttum söylemeyi, St. Paul'de Noel ayini, yüzyıllardır süren yeni yıl geleneklerinin çok önemli bir parçası. Çok kalabalık oluyor, 3500 kişilik kilisede yer bulunmuyor, içeride iğne atsan yere düşmüyor. Binlerce insan da dışarıda beklemeyi sürdürüyor.

Gece ayazında böyle bir macerayı göze alamadım. Ertesi gün, aynı ayin, sabah tekrar ediyor.

Hayatımda bir kez de St. Paul'de noel ayini görmüş olmak için, saatinden bir saat önce oradaydım. Dünyanın tüm ülkelerinden binlerce insanla sırada bekledim. İçeri girdiğimizde yaşlı bir beyefendi smokiniyle konukları boş birkaç sandalyenin kaldığı en arkalara doğru yönlendiriyordu.

"Afedersiniz, gazeteciyim; daha iyi görebileceğim bir yer olursa çok memnun olurum, yazacağım" dedim. "Elbette beyefendi" dedi, tüm sıralar dolunca beni en öne götürüp oturttu. Lord'lar ve lady'lerle, en önden, bir saat yirmi dakika süren ayini seyrettim. Muhteşem koronun şarkılarını dinledim. Hayatta insanın başına nadir gelen bir şansla, cebime harika bir anı koyarak çıktım oradan.

Müzeler, sergiler, ille de tiyatrolar

Şaka değil, burası Shakespeare'in ülkesi. Dünya bambaşka dertlerle boğuşurken, güneşin hiç batmadığı imparatorlukta her gece yüzlerce sahnede oyunlar sahneleniyordu. Kadınların sahneye çıkma yasağına rağmen, savaşlarda, kıtlıkta, salgın hastalıklarda, karartma gecelerinde; hep tiyatro vardı. Dünyaya rağmen, o ışıklar yandı, o perdeler hep açıldı.

Biletler ateş pahası; ama değer. Sahnelerin akustiği, oyunculuğun kalitesi, salona buyur eden teşrifatçının olayı sahiplenişi bile başka.

Müzelere gelince; tabii burası bir imparatorluk. Şöyle ya da böyle, yüz yıllar boyunca dünyanın her köşesinden en güzel parçalar toplanmış. Belki diğer ülkelerde daha "tarih – müze – geçmiş okumaları" falan gibi kavramlar hiç oluşmamışken hem de. Şimdi müzelerde hepsini görmek mümkün.

İngiltere'de müzelere giriş bedava, inanılır gibi değil. Ancak özel bir sergi olursa, o bölüme girmek için bilet almak gerekiyor. Ben hâlâ bir müzeye gitmedim bu sefer; ama inanın müze seferleri başlayınca, günler geçiyor.

2. The Bad London

Bir daha pahalılıktan bahsetmeyeceğim, bu son olsun. Bu kötü evlere bu kiralar nasıl ödeniyor, aklım almıyor. Her tarafı dökülen küçük bir daire, aylık 5 bin pound!

Pahalılık çok çirkin, doğru. Ama bence Londra'nın en çirkin tarafı, o dışarıdan çok şahane görünen evlerin içleri. Çatılar akmış, nemden ve küften odaları iğrenç bir koku sarmış, yer döşemesi tahtalar yer yer kırılmış, her delikten bir fare gelme riskine karşı kapanlar yerleştirilmiş, pencerelerin aralarına yağmur ve soğuk girmesin diye havlular sıkıştırılmış.

Hayat resmen sağlıksız sayılabilecek koşullarda sürüyor burada. En azından burada yaşayanların yarısı, çok kötü koşullarda yaşıyor. Eski, tabii anlıyorum; ama zengin değilsen bakımını yapamıyorsun, o zaman da çürük bir inde yaşamaya mahkûm oluyorsun.

Bir başka "kötü" Londra ise, kuşkusuz politika. Başbakan'dan hiç memnun değiller. Verilen sözlerin yerine getirilmediğini söylüyorlar. Enflasyondan yaka silkiyorlar. Hükümet yardımlarının yetersizliğinden yakınıyorlar.

Yani, uzun sözün kısası, bu dünyanın en şaşaalı imparatorluğunda, halkın yarısına yakını, açlık sınırında veya altında bir hayata mahkûm. Evsizlik artıyor, okullarda kalite düşüyor, devlet dairelerinde sıralar uzadıkça uzuyor ve benim konuştuğum herkes "Ah nerede o eski Londra" diyor.

And The Ugly London

Yıllardır geldiğim, defalarca uzun süreler kaldığım bu şehirde, ilk kez birkaç ay geçirmek niyetiyle bulunuyorum.

Ve ilk defa sokaklarda bu kadar çöp görüyorum. Çöp yığınları arasında slalom yapılan sokaklarda yürüyorum. Çoğunluğu göçmen yeni Londralı, yiyip içip atıyor sokağa.

Aklım almıyor.

Tam bu ruh haliyle, daha evvel defalarca gittiğim, yazdığım, Hyde Park'taki kış eğlencesi "Winter Wonderland"e gidiyorum. Hani renk olsun, günümü güzelleştirsin, ruhuma Noel neşesi yayılsın, yazıya bir farklı açı katsın niyetim.

Arap ülkelerinin hepsi, Bangladeş ve Afganistan'ın yarısı burada sanki. Varoş, gürültülü, rahatsız edici. Üçüncü sınıf bir lunapark olmuş. Noel panayırında helal tavuk çevirme bile var, tam bir kakafoni! Daha önce seviyordum burayı oysa. Renkler, ışıklar falan.

Yok yok, bu sefer çok çirkin. Hem girişi paralı yapmışlar, hem de sinir bozucu bir hava var.

Biraz kalıp çıkıyorum. Cuma günü, tüm Müslümanlar parkta açıkta namaz kılıyorlar. Bir tarafımla hoşuma gidiyor; hani ülkenin liberalliği, değişik inanç gruplarına saygısı falan. Namaz kılanların içinde genç çocuklar da var, selamlaşıyoruz. Bir yanımla da "Müslüman bir ülkede yüzlerce Hristiyan açıkta ayin yapsalar ne olur acaba" diye düşünüyorum. Dört duvar arasında yaparken bile neler yaşandı son yıllarda, Türkiye'de, Pakistan'da, Mısır'da, hatta Hindistan'da; hepimiz biliyoruz…

İbadet göstererek olmaz. Tek taraflı bir hak ediş, o da ayrı konu, hiç doğru olmaz. Gerçek bir Müslüman bunları bilir, sınırlarını asla geçmez. İbadet insanın gönlündedir. Ortalıkta bağıra çağıra, hem de Müslüman olmayan bir ülkede, ibadet yapmak efendiliğe sığmaz.

Neyse, fazla sorgulamak benim işim değil. Sonuçta herkes kendinden sorumlu. Ben kendi vicdanım, kendi duam, kendi Allah'ım ile baş başayım her zaman.

Eve dönmek için otobüse biniyorum. İki katlı otobüslerin en önündeyim. Yanımda Çinli bir kadın, bağıra çağıra Facetime'da kendi ülkesinden birisiyle konuşuyor.

Sinirim bozuldu yahu!

İndim o otobüsten. Parayla saadeti seçip, o güzelim İngiliz taksilerinden birine yerleştim. Arkası ferah feza olur ya o taksilerin, yüksek tavanlı, oh dünya varmış. Harika, şahane, dört dörtlük!

Evet işte, tam kendimi görmek istediğim bir İngiltere resmindeydim sonunda. Biliyorum, birkaç gün sonra aklımda hoşluklar kalacak daha çok. Uzandığım kanepede çektiğim harika fotoğraflara bakıyorum.

Birden içime "burada daha çok kalmasan mı acaba" diye bir soru düşüyor. Kafamı karıştırdı bu The Good, The Bad and The Ugly İngiltere…

Sahi, dönsem mi acaba?  

Fatih Türkmenoğlu kimdir?

Fatih Türkmenoğlu İstanbul'da doğdu. Boğaziçi Üniversitesi Psikolojik Danışmanlık bölümünden mezun olduktan sonra New York Üniversitesi'nde 'işletme diploması' programını bitirdi.
University of Michigan'da bir yıl 'konuk gazeteci' olarak seminerler verdi. Northwestern Üniversitesi'nde Ortadoğu bölümünde araştırma yaptı. Kent Üniversitesi'nde 'klinik psikoloji' yüksek lisansı yaptı. Çeşitli terapi eğitimleri aldı, almaya da devam ediyor.

Gazeteciliğe 1995 yılında Sabah grubunda başladı. Sabah ve Yeni Yüzyıl gazeteleri ile Aktüel, Esquire, Cosmopolitan dergilerinde gezi, izlenim yazıları yazdı, çok sayıda röportaj yaptı.

Kuruluş döneminde ilk özel haber kanalı olarak yayına başlayan NTV'ye geçti. Beş yıl çalıştığı kurumda hazırlayıp sunduğu programlarla ödüller kazandı. İzleyen dönemde geçtiği CNN Türk televizyonunda 13 yıl boyunca gezi programları ve belgeseller hazırladı ve sundu.

Milliyet, Cumhuriyet ve Hürriyet Seyahat için yıllarca yazı yazdı. CNN International televizyonu için Türkiye'den uzun süre haber yaptı.

"Her Perşembe Saat 4'te", "Hayat Gezince Güzel", "Türkiye'de Görülmesi Gereken 101 Yer", "Amerikan Rüyası Tabirleri", "Üç Kuruş Fazla Olsun Kırmızı Olsun" adlarıyla beş kitabı yayımlandı.

Moderatör, sunucu olarak da çalışan, şirket yöneticileri ve bürokratlara sunum teknikleri ve medya ile ilişkiler konularında danışmanlık yapan ve TedX konuşmacısı olan Türkmenoğlu, uzman klinik psikolog olarak da danışan kabul ediyor.

ABD ve Türkiye'de yaşıyor. Evli ve iki kız çocuk babası.

Yazarın Diğer Yazıları

Anlar, anılar ve hisler: Ressam Ayşe Kazancıgil Döler'in dünyasında bir yolculuk

Adı: Ayşe Kazancıgil Döler. Yaptığı işleri uzun zamandır takip ettiğim bir ressam. İnsanın içini açan, şaşırtan eserleri var. Biraz muzip, bazen geleneksel motiflerle bezeli, bazen şen şakrak şarkılar söylermiş gibi resimler yapıyor. Yaptıkları hiçbir kalıba sığmıyor, ölçeklere nanik yapar bir halde, durmadan çalışıyor…

Arjantin mutfağı: Et, empanada, dulce de leche!

"Ne yeniyor?" diye çok soran oluyor. Malum, Arjantin çok dikkat çekiyor, çok gezginin rüyalarını söylüyor. Konuya açıklık getirmek için buradayım! "Ne yenir?" sorusunu aslında tek kelime ile özetlemek gerekirse, "et" demem yeterli olacaktır. Hadi iki kelime isterseniz; et ve hamur işi. Üçüncü kelimeyi de zorla araya sıkıştırabilirsem: Et, hamur, dulce de leche!

Arjantin'de iki mücevher: La Recoleta ve Teatro Colon

Ana yazı içinde geçirsem, yazık olacaktı, güme gidecekti. İki çok özel yer; birisi bir mezarlık, diğeri de opera binası. İkisini de görmeden, gezmeden, hatta özel tur almadan Arjantin'den dönülmez. İkisi de birçok sanat eserini barındıran, kendileri de kocaman birer sanat eseri olan şaheserler…