Amerikalı yazar, eleştirmen, denemeci Rebecca Solnit, ‘Yakındaki Uzak’ başlığıyla derlediği denemelerde hafızayı yazıyla, bilgi birikimiyle ve kişisel hikayeleriyle muhafaza etmenin yollarını arıyor. Mary Shelley, Marquis de Sade, Buda, Cindrella, Şehrazat, Binbir Gece Masalları, Frankestein, Che Guevera gibi yazarların ve kahramanların yanı sıra kendi hayatının dönemeçlerinde soluklanıp okuru derin ve incelikli bir yolculuğa dahil ediyor
Yazmak yapılan bir’ iş’ midir yoksa kelimelerin gücüne teslim olma zaafı mıdır? Deliliğin sınırlarında dolaşan insan kendini korumak için en bencil, ürkütücü, şaşırtıcı, yalnızlaştırıcı, kibirli eylemlerinden birini, ‘yazmayı’ neden seçer mesela? Ya da hayatın yasını tutmak için duyguları dile olduğu gibi aktarmanın imkansız olduğunu bilen yazar, o çaresizlikle nasıl başa çıkar? Henüz yazılmamış bir kitapla baş başa olmanın korkusu yalnızlığın en ilkel haline dönmek midir sahiden? Eğer öyleyse neden bunu her şeyden vazgeçecek kadar çok arzular? Yazarken sadece ruhundaki kaosun derinleşeceğini hissetmez yazar, aynı zamanda beden gücünün de zayıflayacağını, yüreğinin, ruhunun, kaslarının, zihninin o süreçte büsbütün yorulacağını bilir. Umurunda değilmiş gibi konuşanlara çok aldırmayın. Herkesten eşit ölçüde etkilenmezler ama yazdıklarının sevilmeme ihtimaline bile dayanamaz ‘yazar’. Yazmak bu anlamda her defasında daha çok yara alarak bir anlamda kendi canına kıymaktır aslında. Marguerite Duras, “Yazmayan insanlara karşı gizli bir hayranlığım var ve nasıl yapabildiklerini tam bilmiyorum” diyor. Okuduğum yazı-insan ilişkisi tarifleri arasında en ilginç ve samimi olanlardan birisiydi. Yazıya bağımlı yaşayanlar bazen öyle hisseder.
Benim ilgimi çeken insanın neden yazmadığından ziyade kendisini hikayeleriyle var etme ve ilkel hikaye etme dürtüsünü yazının diline tercüme etme biçimi. Amerikalı denemeci, eleştirmen Rebeca Solnit’in edebiyata, insana, yazıya ‘hikayeler’ üzerinden bakan ‘Yakın Uzak’ başlıklı denemelerini öncelikle bu sebeple sevdim. Bu kitabı yazma serüveni Alzheimer hastası olan annesinin artık yaşamadığı evinin bahçesindeki ağacın son hasadı olan üç kasa kayısıyla baş başa kalmasıyla başlıyor. Hafızayı yazıyla, bilgi birikimyle ve kişisel hikayeleriyle muhafaza etmenin yollarını ararken Mary Shelley, Marquis de Sade, Buda, Cindrella, Şehrazat, Binbir Gece Masalları, Frankestein, Che Guevera gibi yazarların, kahramanların ve hikayelerin yanı sıra kendi hayatının dönemeçlerinde soluklanıp yüksek sesle düşünüyor. Kurgudan hayatın sahiciliğine, oradan tekrar hikaye ederek korunmanın, anı esnetmenin mucizesine yaptığı döngüsel yolculuklarla okuru da bu zihinsel akışa dahil ederken kendisiyle derin bir sohbete dalıyor.
Senin hikâyen ne?
Bu kitap vesilesiyle tanıştığım Solnit’in anlatımında, eleştirmen üstenciliğinden, kibrinden azade soru sormayı ve hakikate kendi ölçüleriyle dokunmayı sevdiğini gösteren şeffaf bir ton var. O açık denizde, kendi hayatının hikayesini kurarak yüzerken bildiği sevdiği masalları, romanları, öyküleri felsefi bir bakışın etrafında hiç yormadan anlatıyor. Daha en başında soruyor; senin hikayen ne? Hikayesiz olmak, arktik, tundralara veya buz denizine kadar her yöne uzanan bir dünyanın enginliğinde kaybolmaktır” dedikten sonra anlattığımız hikayelerin bizi sınırlandırdığını özgür olmak için onları sorgulamamız gerektiğini hatırlatıyor. Birbiriyle bağlantılı bu denemeler dizisinde, kendini başkalarının hikayesine yerleştirebilmekle yetinmeyen, hayat, kendi hikayelerimiz ve edebi metinler arasındaki anlam katmanlarını gösteren kıvrımlı bir yol haritası çizmiş.
Evinde annesinden kalan kayısılarla, yaşlılık, masalların işlevleri, hatırlama, unutma, annelik, çocukluk, bilinmeyene kaçış, kendini bilmemek, savaşın yıkıcılığı, yazmak, okur olmak, şiir, hastalık, gibi her biri tek başına yeterince büyük ve çetrefilli başlıklar arasında kurduğu kıvrak ilişki, ustalıklı geçişler onun yazarlık pırıltısını gösteriyor.
Yazar, yazıya tutkun olmanın dışında meselesini ele alırken – türü ne olursa olsun - bir büyücü gibi hem kendini yeniden keşfediyor hem de kendiliğinden çıkıp dünyanın sonsuzluğunda bilmediği, tanımadığı hayatlara dokunuyor. Beni çarpan bu anlam buluşmasını Solnit incelikle aktarıyor: “Aile ağacından toplanan son hasattı bu meyve yığını, peri masallarındaki esrarengiz, bulmacalı armağanlar gibiydi: sihirli bir tohum, bilinmeyen bir kapının anahtarı, büyülü bir söz gibi….Çözmem gereken bir bulmacaydılar aynı zamanda, neredeyse her şeyin kötü gittiği sonraki on iki ay boyunca anlamını keşfetmem gereken bir masaldılar”. O, masallar sıkıntılarla, sıkıntıya düşüp sonra kurtulmakla ilgilidir, derken öğrenmenin, anlamlandırmanın, derinleşmenin bilinçli bir tercih meselesi olduğunu hatırlatıyor aslında. Annesine ve kendisine ait hatıralar yol boyunca ona eşlik ederken, hikayelerle hayat arasındaki kurduğu alegori, samimi itirafları, anıları, hayalleri, edebi tespitleri, felsefi göndermeleri psikanalitik bakışı, hepsi bu düşünce etrafında yoğunlaşıyor sanki.
‘Kitaplar içinde buluştuğumuz yalnızlıklardır’
Ursula Le Guin, “Konuşmayı öğrenmek, hikaye anlatmayı öğrenmektir” diyordu. Benliklerimizi oluşturan hikayeleri yazarak aktarmak da hafızamızı korumanın yöntemlerinden biri. Solnit kendini başka birinin hikayesinin sahnesinde küçük bir varlık olarak görerek dünyanın muazzam genişliğini fark etmeye ve böylece başka hayatlar oluşturmaya ve sonlandırmaya inanıyor. Kendini bilmemenin tehlikesinden bahsederken, savaşan insanın acımasızlığını, yıkıcılığını, hayattan kopuşunu, empati duygusunu yitirerek savrulmasını, gözünün önünde çekilen acılara karşı körleşmesini yine hikayeler aracılığıyla kendini gerçekleştiren insan üzerinden anlatıyor. Shelley’in kahramanı Frankestein’ın hikayeden öğrendiklerini okura gösterirken, yazarların kitapların bilinmeyen alanlarında yaptığı yolculukları hatırlatıyor; “Kitaplar içinde buluştuğumuz yalnızlıklardır”.
Onun okur-kitap-yazar ilişkisine dair algısına katılıyorum. Uzaktakini yakın, yakındakini uzak kılan gerçeklik tam da bu sihirli ilişkinin tılsımıyla görünür oluyor çünkü. Çocukluğunda okuduğu kitapların kendisinde bıraktığı izleri anlattığı bölümde kitabı tarif ediyordu: “Kitap dediğimiz şey, gerçek kitabın kendisi değil, onun potansiyelidir, tıpkı müzik notaları ya da tohum gibi. Kitabın tam anlamıyla var olması, ancak okunmasıyla gerçekleşir. Gerçek yuvası da okurun kafasının içindedir, yani senfoninin tınladığı, tohumun filizlendiği yerde. Bir kitap, sadece başkasının göğsünde atan bir kalptir”. Yazmanın tıpkı insanın kendini gerçekleştirme süreci gibi okur olmadan eksik kalacağını söyleyen Solnit, yazmayı da böyle hissediyor: “Yazmak, herhangi birine söylenemeyecek şeyleri hem hiç kimseye söylememek hem de herkese söylemektir. Ya daha doğrusu yazmak, söyleyebileceğin herhangi biri olmayan şeyleri belki okuyacak olan o hiç-kimseye söylemektir”.
Evet, yazmak bir yanıyla da böyle bir eylemdir. Bir kez bile karşılaşma ihtimalin olmayan insanlar seni sevecek ya da belki hiç sevmeyecektir. Hayatlarımızı oluşturan karşılaşmalar, tesadüfler sahiden çok ince ayrıntılarla örülür. Yazarın söylediği gibi sevmek isteyeceğimiz insanlarla ucu ucuna karşılaşırız, hayatın geniş atlasında kaybolduğumuzda yolumuzu ucu ucuna buluruz ve özellikle bizimki gibi bir ülkede her gün felaketlerden ucu ucuna kurtuluruz. Kendimize ve etrafımızdaki varlıklara böyle bir pencereden baktığımızda yazı mucizeleriyle varlığının kıymetini hatırlatıyor.
‘Her şey başka şeylerin ölümüyle başlar’
Başlangıçta kayısıların vesile olduğu bu yolculuk sayesinde yazar, hikayesini entelektüel birikimi ve yaşam tecrübesiyle evrensel kılarak hiç tanımadığı insanlara sesleniyor. Bu kitapla bana, bizlere ulaşıyor, ben onu yazarak size dokunmaya çalışıyorum. Yazı ve hikayeler köpürerek çoğalıyor ve ben bunu çok seviyorum.
Evet, belki de gerçekten bütün hikayeler tek bir hikayenin parçalarıdır. Başlangıçtan bu yana bölünerek çoğalan, çarpışan hikayeler sayesinde hayatı daha iyi kavrıyoruz. Solnit, yazar Marguis de Sade’den bahsettiği bölümde çürümeden bahsediyordu. “Her şey başka şeylerin ölümüyle yaşar” diyordu. Başkalaşım kaçınılmazdı. Evvelce savaşan taraflar atom olup, ağaçlara, aşıklara, kuşlara bırakıyordu yerini. Topları eritip kilise çanı yapıyorlardı. Belki ilerde yine savaş topu olacaklardı. İnsan çürüyerek başka canlılara dönüşüyordu.
Yazmak ise insanı ‘şimdiyle’ sınırlı bir hayat tasavvurunun ağırlığından koruyor. Bu yüzden bu yazının başında sözünü ettiğim yorgunluğa ve ıstıraba rağmen insan çürümekten, yok olmaktan korktuğu için yazıyor. Silik, çelimsiz gibi görünen işaretlerle, sese dönüşüp kainatta seyahat edebilen kelimelerle dünyanın kabuğuna çentik atmak istiyor. O saklamak istediği anları yazmış: “Dün akşamki gökyüzünü gelecek kuşaklar için saklayabilmeyi isterdim mesela, bir aşk gecesini, dağdaki bir çayırın şırıltısını, zihnimi alevlendiren bir farkına varışı, bir dansı, kaybolacak ve bir daha görülemeyecek bulutların olduğu binlerce muhteşem günü yan yana dizdiğim kavanozlarda saklamak isterdim; insanlar zaman zaman onlara hayranlık duyabilsin, canları çektiğinde tekrar tadına bakabilsin diye”.
Saklamak istediğimiz anlar
Yazı sanatı aynı zamanda hayatın iç burkan uçuculuğunu saklamak isteyenler için vazgeçilmez bir tutkudur. Hepimizin saklamak istediği anlar vardır. Zaman karşı çürüyen meyveler gibi itinayla korumak isteriz onları. Sanki hiç yok olmayacakmış gibi atmaya kıyamadığım elektrikli bir notun ruhun açtığım derin oyuğu, uyurken sokulduğum birinin derin yüz çizgilerinde huzur bulduğum bir anı, ateş başındaki bir sohbetin çıtırtılı lezzetini, ılık bir yaz akşamüstü okaliptüslerin altında okuduğum şiirin sardığı yarayı, eski bir melodinin hatırasıyla özlemin alevlendiği taze bir ilkbahar sabahını, leyleklerin gidişini izlerken sesiyle sarılan dostun şefkatini ve bütün bunları yazdığım bu anın beni ürpertişini saklamak isterdim. Uzaktakini yakın kılabilmenin bendeki karşılığı da bu çünkü.
Solnit, son denemesinde sarmalı tamamlamak ister gibi kayısı dolu kavanozlarına dönüyor. Annesinin, kendi hikayesiyle buluşup benliğinin derinlerinden dünyaya açılan sesini anlamlandırıyor: “Önümde duran şu iki kavanoz, yazılı hikayelere benziyor; yok olup gidecek bir şey muhafaza ediyorlar. Bazı hikayeler kendi haline bırakılır ama yazıya dökme süreci, tıpkı kayısıların şurup içinde saklanması gibi, hikayenin ayrıntılarını sabitleştirir ve artık hikaye yazarına değil okuruna ait olmuştur”.
Virgina Woolf’un yazıya dair söyledikleriyle Solnit’in hikayeye bakışı iyice esniyor: “Bu belki de tanıdığım en güçlü zevk. Yazarken neyin nereye ait olduğunu keşfettiğini hissetmenin sevinci…Buradan hareketle felsefe diyebileceğim bir şeye varıyorum; her durumda bana ait kalıcı bir fikir bu; ham pamuk tabakasının ardında bir örüntünün saklandığı; bizim – yani tüm insanların – bununla bağlantılı bulunduğu; bütün dünyanın bir sanat eseri olduğu, bizim bir sanat eserinin parçaları olduğumuz”.
İnsan hikayesinin olay örgüsünü, hayatının sonuna kadar devam eden gelişmeler ve kahramanlarla genişletiyor, yeniliyor. Bazen kendi iradesiyle sonlandırıyor ya da ona teslim oluyor. Hikayelerimiz kendine özgü zaman aralığında olgunlaşıyor, gelişiyor ve okuruna ulaştığında Woolf’un yazdığı gibi dünya denen sanat eserinin bir parçası oluyor. Hikayeler varlıklarıyla bize duymak istediklerimizi bazen de görmek istemediklerimizi hatırlatırlar. Yani yazının ve dünyanın sırrını, anlamını, tılsımını.
Yakındaki Uzak – Rebecca Solnit
Encore Yayınları – Çev. Müge Karahan-Mehmet Öznur