Proust ‘şairi’ kuşatan esrarengiz yasaları, ‘ilhamın’ tükenişini, Flabuert’un üslubunu, Baudelaire’in dehasını, Chateaubriand’ı, Dostoyevski’yi, Goethe’yi, Tolstoy’u, Rembrendt’ı, Monet’yi, Moreau’y, diğerlerini ve hatta kendi eserlerini incelerken bile edebi lezzeti yüksek bir romanın sayfaları arasında dolaşıyormuşçasına müthiş bir coşkuyla yazıyor. Bunun sebebi içgüdülerine, yazı sanatına ve ‘hakikate’ olan sarsılmaz inancı.
Bir romancı olarak sevdiğim Proust’un 20’li yaşlarda yazdığı, şiirlerinden ve anlatılarından oluşan ‘Hazlar ve Günler’ini okuduktan sonra kitap hakkındaki yazım şöyle bitiyordu; Olanı daima olduğundan daha ‘renkli’ hatırlayan Proust, en başından beri yazmanın sihrine kalp bilgisiyle inanmış. Onu büyük bir yazar yapan en önemli unsur bu bence. Eğer anılarını hafızasının dantel kenarlı çerçevesine hapsederek yazının diline tercüme etmeseydi ömrü boyunca üzerine düşündüğü ‘zamanın izini’ gerçekten kaybetm,iş olacaktı. O, reddettiği kaderini kelimelerin manası ve tınısıyla değiştirdi. Hakkında araştırma yapan sinirbilimci Jonah Lehrer, Proust’un kabahatli sırrını şöyle tarif ediyor: “Bir şeyi hatırlamak için önce yanlış hatırlamak gerekir.” Bir de bana göre gerçek kıskançlıkla tanışmadan kıskançlığı çok içerden hissederek yazabilmeyi, ölmeden ölebilmeyi, aşkı tatmadan ondan hazla vazgeçmeyi idrak edebilecek doğal bilgeliğe sahip olmak gerekir.
Proust, çocukluğunda yediği bisküvinin tadını hatırladıktan sonra o ânı istediği gibi şekillendiriyor. Ya da genç bir kızla yaşadığı küçücük bir hatırayı, annesinin jestlerini, kırda bir akşamüstü gezisinin kokusunu, yüksek sosyeteye mensup insanların arasına karıştığı bir akşam yemeğinin atmosferini istediği gibi eğip büküyor, o anları kurgulayarak kendi sanatsal gerçekliğini oluşturuyor. Bunu onun herhangi bir romanını, denemesini, mektubunu, hikayesini okuyan herkes bilir. Edebiyatıyla tanışmış olanlar onun kaleminden çıkan ‘edebiyat ve sanat yazılarının’ da ironi, zeka, muhteşem bir anlatımla beslenen yüksek edebiyat olduğu gerçeğine benim gibi şaşırmayacaklardır. O hayatı, hafızası, dili ve güçlü sezgileriyle bütünlüklü bir yazar çünkü.
Proust, kurmaca olmayan ‘kurmaca eserlerini’ yazarken ne yapmışsa, edebiyat ve sanat üzerine tefekküre dalarken de benzer bir yaklaşımı izlemiş. O romanlarını okuyan herkesin kendi benliğini görebileceğini düşünerek yazdığı için, başkalarının eserlerine de kendi benliğinin aynasındaki ‘resimleri’ yansıtıyor. Kitabı yayına hazırlayan Mehmet Rifat bu yazıların motivasyonunu anlatmış: “O bir yazarı, bir ressamı, bir müzisyeni bir kere için düşünmez, bir kere için ele alıp karara varma yoluna gitmez. Yaşamın değişik anlarında birçok kez yaklaşır onlara: Ya çok sevip, çok etkilenip bırakmaz peşlerini ya da hiç sevmedi mi bir daha düşünmemek üzere uzaklaşır onlardan…Proust bu metinlerde ders vermeye, yeni yetenekler keşfetmeye kalkışmaz; yalnızca tartışır, yalnızca kendi izlenimlerini, metaforlarla dolu bir anlatımla sergiler. Bu yazılar tıpkı romanı gibi birer yaratım örneğidir, yaratım üzerine düşüncelerdir, yaratımının koşulları, sınırları konusunda yapılmış yorumlardır”.
Macbeth’in içgüdüsel felsefesi
Proust, mektup, deneme, inceleme gibi farklı türlerde yazdığı bu metinlerde, geleceği de öngörebilen bir edebiyatçı olarak hem çağdaşlarının hatalarını hem de sonradan gelecek olanların düşebileceği muhtemel tuzakları anlatıyor. Tabii her zamanki gibi zarafetle taçlandırılmış katmanlı bir anlatımı ihmal etmeden. Bugün, anlaşılmamak için entelektüel yönünü öne çıkaran, sesi, dili, zihni takırdayan yazarlar hakkında düşündüklerimizi bir asır evvel açıkça yazmış: “Edebiyatçılar ve şairler, bir metafizikçi kadar derinlemesine nüfuz edebilirler., evet; ancak bunu farklı bir yoldan yaparlar; mantık yürütmek, onları insanların yüreğine ulaştırabilecek yegane şey olan duyguyu güçlendireceğine felce uğratır. Macbeth’in kendine has bir felsefesi olması, felsefi bir yöntem sayesinde değil, adeta içgüdüsel olan bir güç sayesindedir. Bu tür bir eserin temeli, tıpkı sureti olduğu hayatın temeli gibi, onu giderek daha fazla açıklığa kavuşturan zihin için bile anlaşılmazdır kuşkusuz. Ne var ki bu bambaşka bir anlaşılmazlıktır; derinleştirmeye bol bol imkan tanır; dil ve üslup anlaşılmazlığıyla ulaşılmasının imkansız kılınması da bayağılıktır”.
Proust’un anlatımı kimilerine göre fazla ağdalı, cümleleri anlaşılmaz ve çok uzundur. Onu okumanın pek kolay olmadığı doğrudur, edebiyatı özen ister, zahmetlidir ama kuşkusuz aynı zamanda taklit edilmesi imkansızdır. Taammüden anlaşılmaz olmak üzere yazmanın ‘bayağılını’ kimse onun kadar şeffaf ve incelikli bir anlatımla tarif edemezdi herhalde. O ‘şairi’ kuşatan esrarengiz yasaları, ‘ilhamın’ tükenişini, Flabuert’un üslubunu, Baudelaire’in dehasını, Dostoyevski’yi, Goethe’yi, Tolstoy’u, Rembrendt’ı, Monet’yi ve hatta kendi eserlerini incelerken bile bir romanın sayfaları arasında dolaşıyormuşçasına müthiş bir coşkuyla yazıyor. Bunun sebebi içgüdülerine, yazı sanatına ve ‘hakikate’ olan sarsılmaz inancı sanırım. İlk ciddi astım krizini dokuz yaşında geçiren, ömrünü kendini kapattığı yazı odasında tüketen hayalperest bir çocuğun inandıklarını tutkuyla kağıda dökmeyi istemesinden doğal ne olabilir ki?
Yazarlığın açık sırları
Edebiyat tarihinde yazarların başka yazarlar üzerine ayrıntılı, cidden mesai verilmiş, içten ve mümkün olduğunca tarafsız incelemelerine malum sebeplerden dolayı pek rastlanmaz. Proust onlar üzerine okurla yüksek sesle düşünürken sadece eleştirmiyor, ‘yazarlığın ‘ sırları üzerine kendisiyle derin bir sohbete de dalıyor: “Dost oldukları, bir yazarın eserini beğenmeyen nice kadın, ‘Kendini bıraktığında ne büyüleyici notlar yazdığını bilseniz! Mektupları kitaplarından kat kat üstündür”der. Aslında belagat, çarpıcılık, espri, canlılık sergilemek, genelde bütün bunların en ufak ayrıntısını bile değiştiremeyeceği zorba bir gerçekliğe kendini uydurmak mecburiyeti yüzünden bastıran biri için çocuk oyuncağıdır. Bir yazarının yeteneğinin doğaçlama yaptığı anda ortaya çıkan ani ve görünür yükselişi Flaubert’in mektuplarında hissedilir olmalıydı. Oysa gördüğümüz, daha ziyade bir alçalıştır. Bu aykırılığı karmaşık hale getiren şudur; Gerçekliğin kitaplarında bilerek izin veren bütün büyük sanatçılar, eserlerini dehalarından daha aşağı düzeyde gördükleri bir zekanın, eleştirel yargının sergilenmesinden mahrum ederler. Ama eserlerinde yer almayan ne varsa, konuşmalarından, mektuplarından fışkırır. Flaubert’in mektuplarında ise bunların hiçbiri görülmez”.
Proust’un yakın burjuva çevresinin yaşantısını kurgulayabilen keskin gözlemciliği, sevdiği, bağlandığı her nesneyi, insanı, eseri de kurcalama arzusu uyandırıyordu muhtemelen. Kendisini dış dünyadan olabildiğince soyutlayan ‘hasta’ bir yazarın yaşadığı çağı böylesine berrak görebilmesi ayrıca heyecan verici olduğunu da söylemeliyim. Arkadaşına, “Ne yazık ki ağır bir hastalık size Baudelaire’ye ilişkin bırakınız bir inceleme, basit bir makale dahi sunmamı engelliyor” diye başlayan mektubunda, şaire dair tespitleri ancak usta bir yazarın elinden çıkabilecek kadar çarpıcı ve kıvrak doğrusu: “Kanımca Baudleari’in şiiri o kadar güçlü, o kadar zinde, o kadar güzeldi ki, şair fark etmeden ölçüyü kaçırıyordu. O zavallı ihtiyarcıklarla ilgili, Fransızcada bugüne kadar görülmüş en güçlü kuvvetli dizeleri yazarken, bir ayağı çukurdaki kadınlara işkence etmemek için sözlerini yumuşatmayı akıl edemiyordu; tıpkı Beethoven’in Korolu Senfoni’yi bestelerken bütün notaların insan gırtlağına uygun, insan kulağı tarafından işitilebilir olmadığını, seslendirildiğinde daima detone izlenimi uyandıracağını sağırlığından ötürü anlayamadığı gibi”.
Avrupa’nın büyük sanat danışmanı
Marcel Proust’un edebiyat tarihinde esaslı bir ayrıcalığı olan yedi ciltlik ‘Kayıp Zamanın İzinde’, nehir roman serisi, ününü biraz da yazarın çok yönlü bir yazar olmasına borçlu. Yazı sanatı, sadece kendi hayatından süzülenleri anlatmakla zenginleşmiyor çünkü. Onun ne olması gerektiğini ancak böyle müzik, siyaset, psikoloji, felsefe, resim, mimari, edebiyat gibi farklı disiplinlerde dolaşan ve ölene kadar dünyayı hayretle, çocuk merakıyla izleyen bir yazar gösterebiliyor. Üstelik ‘sanatçının kendini bilmeden yaratması’ yasasını kendisine bilmeden uygulayarak sezgileriyle yapıyor. Sanat tarihçisi, eleştirmeni Ruskin hakkındaki yazısına şöyle başlıyordu: “Geçenlerde Tolstoy’un ölmesinden korkmuştuk; bu felaketi yaşamadık, ama dünya onun kadar önemli bir başkasını kaybetti: Ruskin öldü. Nietzsche delirdi, Tolstoy ve İbsen yazarlık hayatlarının sonuna gelmiş gibi görünüyor; Avrupa büyük ‘ruhsal danışmanlarını’ birbiri ardına kaybetmekte”.
Proust da kuşkusuz bugünkü konumundan evvel çağının en büyük ‘sanat danışmanlarından’ birisiydi. Kendisiyle ilgili yazdığı bir metnin sonundaki tespit üslubunu da iyi anlatıyor: “Üslup kimilerinin sandığı gibi bir süsleme değildir kesinlikle; teknik meselesi bile değildir, üslup – tıpkı ressamlar için renk gibi – bakışın bir niteliğidir, her birimizin gördüğü, başkalarının göremediği özel bir evrenin açığa çıkışıdır. Bir sanatçının bize sunduğu haz, bize bir evren daha tanıtmasıdır”.
‘Edebiyat ve Sanat Yazıları’ henüz onun romanlarıyla tanışmamış olanlar için de iyi bir fırsat.