26 Nisan 2015

‘İçimizdeki Ermeni’ ve kelimelerin tılsımlı gücü

Üç kuşaktan otuz beş edebiyatçının bir şekilde içimizde yaşamayı sürdüren Ermenileri anlattı...

Üç kuşaktan otuz beş edebiyatçının bir şekilde içimizde yaşamayı sürdüren Ermenileri anlattığı yazıların buluştuğu ‘İçimizdeki Ermeni (1915-2015)’ başlıklı kitapta, şiirler, hikayeler, anlatılar, anılar, yakın zamanda yayınlanan romandan alıntılar ve görüşler yer alıyor. Projenin koordinatörü Yiğit Bener, “İnsana dair olanı dile getirmek, görünür kılmak, hissettirmek, düşündürtmek, belleğe işlemek açısından en güçlü kozlara sahip uğraşlardan birinin edebiyat olduğu bilinci var” diyor. Murathan Mungan, Karin Karakaşlı, Selim Temo, Adalet Ağaoğlu, Murat Uyurkulak, Bejan Matur, Asuman Susam, Sema Kaygusuz, AyşeSarısayın, Ahmet Tulgar, Oya Baydar, Hakan Günday, Behçet Çelik; Hüsnü Arkan projeye katılan isimlerden bazıları…

Hüsnü ArkanKelimeler gecenin koyu vaktinde sahip oldukları hakiki anlam derinliğine kavuşuyor. Gün ışığında, gündelik telaşın düzenlenmesi için hoyrat seslerle ezilirken, mana ağırlığını karanlıkta buluyor sanki. Kelimenin etrafındaki tılsım hakikatin sırrını arıyor, çağrıştırdığı anlam katmanlarıyla birlikte çoğu kez yine kendi sessizliğine bürünüyor. Sıradan giysilerinden sıkılan kelimeler, kimsenin onları görmediği alacalı saatlerde özlerine dönüyor, sonra yine günün ilk ışıklarıyla birlikte gündelik olana hizmet etmek için dünyanın büyük boşluğuna dökülüyorlar.

2015 Nisan’ın serin bir akşamında dostlarının ve hiç tanımadığı insanların acısını paylaşmak için anma törenine katılan bir arkadaşım, herkesin görebileceği ortamda şunları yazmış: “24 Nisan, 100. Yıl gece oldu, gün bitti ve hiçbir şey değişmedi, gün bitince ben de bittim. Evet, ilk defa umutsuz bir şey yazıyorum, bu umutsuzluğu tek başıma taşıyamayacağım için sizlerle paylaşıyorum. Kusura bakmayın, her kimseniz”. 

Ahmet Tulgar

Bu cümleleri anlamamış olmayı tercih ederdim ama anlıyordum aksi gibi. Toplumun katliamlara, kıyımlara geçtiğimiz yıllara göre daha farklı bir vicdan ve adalet bilinciyle yaklaştığını varsaydığınızda hissettiğiniz o ‘aldanış’ duygusu daha iç burkucu olabiliyor. O arkadaşıma her şeye rağmen kelimelerin taşıdığı umudu, özgürlük ve gelecek tasavvurunu anlatabilmeyi  isterdim.

Şimdi bu yazıyı yazarken kelimeler zihnimde ürkek kuşlar misali kanat çırpıyor. Adalet, savaş, kıyım, soy, kırım, özgürlük, ölüm, hayat, cinayet, sevgi, öfke, bağışlamak, merhamet, kader, yas…Onlar, her gün konuşmalarda, kavgalarda, muhtemelen bir daha hiç okunmayacak yazılarda birer birer kaybolup gidiyor. Belki farklı insanlık halleri için çeşitli dillerimiz olmalıydı. Mektup yazarken, dua ederken, korktuğumuz için seslendiremediğimiz duyguları biriktirirken, alışveriş hesabı yaparken, aşkı anlatırken başka başka dillerimiz olmalıydı. Bilemiyorum, kelimenin gücünü daha mı iyi idrak ederdik o vakit? İçine doğduğumuz anadilden öte kimsenin bilmediği bir hakikat dili var. Sezgiyle hayat bulan, kelimesini arayan biricik bir dil ve onun efsunlu kelimeleri.

Oya Baydar

Ben en umutsuz zamanlarda kelimelerin ‘kutsal’ varlığına sığınırım. Bu bağlılık bana inadına yaşamanın anlamını hatırlatıyor.  ‘Adaletin’ bir kelimenin sıradan çağrışımlarından daha fazla olduğunu öğreneli çok oldu. Belki ilk suçu/günahı işlediğimde, bilmiyorum. Unutulanların, tarihin yalanla inşa edilmiş göstermelik sayfalarına gömülen isyanın, acının, ancak hafızanın sesiyle canlanabileceğini kelimelerin gücüyle fark ettim. Uyanmaya yakın beliren ama hemen sonra unutulan puslu bir rüya gibi hayatıma sokulan hikayeler, ‘unutarak hatırlamanın’ kıymetini hatırlattığı için belki, iyileşme ihtimalini hep kelimelerde aradım.  

 

İnsanlığımızın bir parçasını yitirdik

Sema Kaygusuz

Üç kuşaktan otuz beş yazarın bir şekilde içimizde yaşamayı sürdüren Ermenileri anlatan yazılarının buluştuğu ‘İçimizdeki Ermeni (1915-2015)’ başlıklı kitabını okumaya başladığımda ülkenin karanlık tablosuna rağmen derin bir nefes aldım.  Yalnızca kelimenin ‘suskun’ olanı yaşattığını söylüyordu. Hrant Dink anısına ithaf edilen projeye katkıda bulunan yazarlar belirlemiş içeriği. Şiirler, hikayeler, anlatılar, anılar, yakın zamanda yayınlanan romandan alıntılar ve görüşler yer alıyor. Projenin koordinatörü Yiğit Bener, giriş yazısında meselenin insani boyutuna değinirken kaybettiklerimizi hatırlatıyor: “Sonuçta gerekçesi ve nitelemesi ne olursa olsun, 1915’te insanlar yalnızca yaşamlarını yitirmediler, yalnızca bu topraklarda yaşayan insanlarımızın önemli bir kısmını, onların bu ülkeye kattıklarını, taşıyıcısı oldukları tarihi ve kültürel mirası, bu toprakların özgün tarihine anlam katan ve birbirinden beslenen kültürel çeşitliliğin zenginliğini yitirmedik…Bunlarla birlikte, aynı yurdu paylaşan kadim halkların kader birliğinden oluşan ortak benliğimizi, belleğimizi, daha da önemlisi, aslında insanlığımızın bir parçasını yitirdik”. 

Bener’i okurken telafisi asla mümkün olmayan bu kaybın boşluğunu kelimelerin dolduramayacağını biliyordum elbet ama sağlam köküne tutunduğum ‘dil’ ve edebiyat her şeye rağmen bana güç veriyordu. Zaten Bener de projenin çıkış noktasını böyle açıklıyordu: “’İnsana dair’ olanı dile getirmek, görünür kılmak, hissettirmek, düşündürtmek, belleğe işlemek açısından en güçlü kozlara sahip uğraşlardan birinin edebiyat olduğu bilinci var”.

 

‘Çart’ sizce daha mı hafif soykırımdan?’

Murathan Mungan

Kitapta yer alan bazı metinlere geçmeden evvel Rober Koptaş’ın geçtiğimiz hafta içinde yazdığı, bana göre tarihi olan ‘Bir Ermeni Olarak Ne İstiyorum’ başlıklı samimi yazısından da bahsetmek isterim. Bu yazı ‘tek bir kelimenin’ gölgesinde dolaşan, yaşayan, acıyı toprağa gömerek savaşmayı tercih eden milliyetçi zihniyetin, siyaset dilinin açmazlarını da olanca berraklığını gösteriyor çünkü: “…Benim için mesele, olan bitenin soykırım olarak tanımlanıp tanımlanmayacağı değil. Olanın ne olduğunu, adımın Rober olduğunu bildiğim kadar iyi biliyorum ve şu yukarda anlatmaya çalıştıklarım bir gerçekleşsin, soykırım kelimesini sonsuza dek unutmaya hazırım”. Yazısını şöyle bitiriyor Rober: “Evimizde bu meseleler hiç konuşulmazdı. Ama 7-8 yaşlarında bir çocukken, Sivas’ta doğmuş, Ermenice bilmeyen babamdan tek bir kelime duydum. ‘Çart” dedi. Sonradan öğrendim, ‘Kesim’ demekmiş. Bir insanın boğazına hançeri dayayıp kesmek anlamında. Daha geniş bir anlamda ‘Kırım’ demekmiş. Soykırım kavramını reddedenlere sormak isterim. ‘Çart’ sizce daha mı hafif soykırımdan?”

Karin Karakaşlı

Kelimelere yüklediğimiz anlamların içlerinin boşaltılışını bundan daha çarpıcı anlatan bir örnek daha bulmak zor. Tam da bu noktada Murathan Mungan’ın bu yıl Hrant Dink’i anma töreninde yaptığı konuşmadan – kitabın ilk yazısı – bir bölümü alıntılamak yerinde olacak sanırım: “…Dilsizliğin her çeşidinin yaşandığı bu ülkede, ölenler, öldürülenler, katledilenler biz onlardan sonra birkaç kelime daha fazla söyleyebilelim, diye öldüler. Dilimizdeki kilitler çözülsün diye, dilsizi olduğumuz hakikatler içimizi daha fazla kavurup yakmasın diye…Onca zaman, bunca kayıp, bunca ölümle tarih içinde kilitli kalmış hem zaman içinde yol almış o fazladan birkaç kelimeyi bugün en azından onlara, onların hatırasına borçluyuz”.

Karin Karkaşlı,  “Aile hikayelerinin o kahredici, o vurucu gerçekleri tarihçilerin kurullarında değerlendirildikten sonra geçerli, soykırım da parlamentolarda kabul edildikten sonra daha mı hakki olacak” sorusunu soruyor ve Tezer Özlü’nün bir sorusuyla yazısını bitiriyordu: “Edebiyat, yaşam ve ölümün sınırlarının artık acıları tutmadığı, tutmaya yeterli olmadığı yerlerde başlamıyor mu?”

 

‘Kızılırmak’ın adı neden Kızılırmak bilir misiniz?’

 

Ve başladığı o yerde, kelimeler hikayelerin ölümsüzlüğüyle hakiki anlamlarına kavuşmuyor mu? ‘1915’in 100. Yılı nedeniyle yayımlanan belge kitaplardan edinilecek bilgiler henüz meseleyi iyi bilmeyenler açısından elbette önemlidir. Ama kelimelerin şifasıyla hikayeleri canlandırmak, dillendirmek onları ‘edebi’ kılmak ancak zamanla hak ettiği değere kavuşur. Bugün Kemal Tahir, Orhan Kemal, Yaşar Kemal gibi ustaların eserlerinde 1915’in izlerini takip edebiliyoruz. Onlar bu toprakların kültürel mirası, zenginliği. Bugün Türk, Kürt, Ermeni yazarların edebiyata katkısı da umarım bizlerden sora gelecek kuşaklara kalır.

‘İçimizdeki Ermeni’de yer alan bazı metinleri böyle okuduğumda, başkalarının acısını küçümseyerek çoğaltanların neden olduğu kesif çaresizlik hissi kısmen dağılıyor. Dünyanın ezelden beri merhametsiz olduğu düşüncesinden usulca sıyrılıyorum. Hikayelerin döngüsel kaderine inandığım için biraz rahatlıyorum. John Berger’in hikayeye dair söylediklerini  düşünüyorum sonra: “Hikayeler bir anlamda adaletin her an tecelli edeceğinin inancının paylaşılmasıdır. Ve bu inanç uğruna kadınlar, erkekler, çocuklar tarihin belli bir anında insanüstü bir şiddetle savaşırlar. Tiranlar bu nedenle hikaye anlatılmasından hoşlanmaz: Tüm hikayeler bir bakıma onların iktidarlarının yıkılışına dairdir”

Adalet Ağaoğlu

Hikayeler, tehcirle, işkenceyle, zulümle, sindirmeyle, kimliksizleştirmeyle, ölümle cezalandırılan hiçbir ırkın yaşadığı öfkeyi, korkuyu, dehşeti, hıncı yok edemez belki ama sarih bir düşünceyle, içtenlikle kullanılan ‘kelimeler’ sonsuzluk nehrinin yatağında bir gün mutlaka dinleyicisini bulacaktır. Bu kitapta en çok etkilendiğim ‘gerçek hikayelerden’ birisini Murat Uyurkulak aktarmış. Daha evvel ‘Kırmızı’ adıyla yazdığı hikayeye kahraman olan Kurtuluş Savaşı gazisi Hafız Dede, başlangıçta hep Ermeni köylerini bastıklarını, yakaladıkları Türkleri çivili fıçılara attıklarını, kanlarını sağıp içtiklerini bıktırıcı bir ezberle anlatıyormuş. Daha sonra ihtiyarlayınca, hikayesi yavaş yavaş değişmeye başlamış. Önce “biz de onların köylerini basıyorduk” ilavesi gelmiş. Ardından ‘çivili fıçı’ ve ‘kan içme’ faslı tümüyle gitmiş, sadece basılan köyler kalmış. Ve hikayeye hep şu soruyla başlar olmuş: “Kızılırmak’ın adı neden Kızılırmak bilir misiniz?” Cevabı da peşinden geliyordu: “Çünkü Ermeni kanıyla doldu. Onunu birbirine bağlardık, mermi ziyan olmasın diye, tek bir kurşunla vurur, ırmağa atardık”. Uyurkulak bu hikayeyi aktardıktan sonra yazısını kendi güçlü kelimeleriyle bitiriyordu: “Susmayacağız, konuşacağız, anlatacağız! Salonun ortasında gezinen o ‘Ermeni’ hayaleti suspus izleyen, Hamza Dede’yi alelacele bir odaya kapatan tedirgin ruhların sağalması için; çok büyük bir suçun hayatlarımızın üzerine düşen zehirleyici gölgesini biraz olsun hafifletmek için…”

 

Has edebiyat kini çoğaltmaz

Behçet Çelik

Behçet Çelik’in sakin görünümlü sert hikayelerinden biri (Babamın Adı) yine sarsıyordu. Ülkesinden ayrılmak zorunda kalan Kahramanı Murat, yıllardır görüşmediği, arkadaşının yanında ve onun yüzüne hatırlayarak hayatta kalmanın acı çığlığını duyuruyordu: “Birileri seni unutmak istiyorsa hatırlayarak kafa tutarsın. Biri seni kovmuşsa hatırlayarak dönersin, biri seni öldürmüşse hatırlayarak dirilirsin”. Hikayeler böyledir bazen binlerce sayfa bilginin, belgenin, arşiv kaydının yapamadığını bir yazar tılsımlı kelimeleriyle hafızanıza kazır ve bir daha onun söylediklerini hiç unutmazsınız.

Katliamlardan, kıyımlardan, felaketlerden, soykırımlardan  - adına ne derseniz deyin - geriye sadece acının neden olduğu büyük travmalar kalmaz. Sırlarla yüklü mırıltıların, korku çığlıklarının, öfke homurtularının, delirme suskuluğunun ağırlığından kurtulan ‘yıldızdan kelimeler’, hikayeleri oluşturan gökyüzü atlası misali buluştuğunda kaybettiğimiz insanlığın bir parçasını geri vermeyi de vaat eder bize. Has edebiyat insanın kinini çoğaltmaz, çürümüş zihniyetin ne olduğunu usulca hatırlatırken nasıl iyileşeceğimizi de kendi yöntemiyle anlatır. Farklı kimliklerimize rağmen vicdanımızı harekete geçirir, kaotik duygu dünyamızı aydınlatır, hikayenin gücünü gelecek tahayyülünün ışığında gösterir.

Asuman Susam, harikulade denemesinde benzer bir duruma işaret ediyordu: “Ama insan konuşan bir varlık, hikayeler kuran, anlatan…Hikayeler dünyayı kurtarabilir, onu yeniden yapabilir. Bunun bilgisiyle bilmediğimiz, tanımadığımız insanların hikayelerini merak eder olduk. Bu hikayelerle gördük iç içeliğimizi, yan yanalığımızı, aynılığımızı. Hepimiz başkalarının hikayelerini dinlerken, uzağa bakarken kendimizi unutmuştuk. Bir süre sonra sandıktan çıkma çeyizler gibi her ev kendi hikayesini çıkarmaya başlamıştı aile sandığından”.

 

Hepimiz birer hikâyeler koleksiyonuyuz

 

Bireyleri ve toplumları bütünlüklü kılan hikayeler, rüyalarda, bedenlerde, sırlarda, hayallerde biriken ‘iç hikayeler’ reddedilir, dilsizleşirse tutunacak kökümüz kalmaz. Tecrübelerimizi aktarma üslubumuz, hayallerimizi süzgeçten geçirerek hikaye etme tarzımız içinden geçip gittiğimiz hayatı nasıl yaşayacağımızı, nasıl hatırlanacağımızı da belirler kuşkusuz. Aslında hepimiz birer ‘hikayeler koleksiyonuyuz’. Bizleri ‘insan’ kılan özelliklerimiz, biraz da onları ne zaman, nerede, nasıl anlattığımızla şekilleniyor. Netice itibarıyla onları doğru anlayıp anlamamamız değil esas olan. Hikayenin böyle bir beklentisi yok çünkü. Ama birbirimiz hakkında anlattığımız, yazdığımız, okuduğumuz, dinlediğimiz hikayelerin hayatımız üzerinde çok derin bir etkisi var. Ve bunu hiçbir mutlak gerçek değiştiremez.

Bejan Matur

Bejan Matur, bu kitaba iki şiiriyle katkıda bulunmuş. Şiiri, çok geniş kelimeler evreninde biricik kılanın ne olduğunu ancak kelimenin suskun, taşlaşmış, yalın tınısını işitebilenler anlar. ‘Saroyan’a Ağıt’daki şair sezgisinin ürpertisi, henüz kelimeler bile doğmadan yaşanmış kadim bir dönemin mağara duvarlarına kazınmış mucizevi işaretleri sanki…

Göğsünde/ Bir yastan kalan kederle/ Yakıştın gecemize/Yakıştın toprakta büyüyen yalnızlığa,/Senin dönüşüne bakıyorum ben/Bitlis’in dağlarına/Bir babanın kanlı başını süsleyen güllerin/Solmadığı zamana/Bakıyorum inatla.

Ve biliyorum/ aynı kelimeler/Aynı yerden söylense de/Aynı dağları/Aynı vadileri anlatmaz/Ve nehri özlemenin/Aynı uzaklığa ulaşmaz.

Şimdi bir müziğin/ her şeyi yenilediği/Bu sabah,/Bir adamın/Bir taşın karşısında/Oturmasıdır geçmiş./Harfleri okunmayan/Kırık bütün kalpler gibi/Acı içinde/Bir taş.

Ceplerine taş dolduran adamı/Hatırladın mı/Bir yurt arayan üzgün adamı/Onun yaslandığı duvar/Onun baktığı rüzgar/Taş toplamaktadır hala bellekte/Bellekte taş sökmektedir.

Çünkü ölümden daha büyük/Bir yol var önümüzde/Artık karları bağışlıyorum/Kışta tükenen soluğu, gidişi/Artık her şeyi bağışlıyorum.

 

 

 

 

 

 

 

Yazarın Diğer Yazıları

Demirtaş'ın kelimeleriyle kadınlar ve 'imzalı kitap direnişi'

"Kuyrukta acayip aşklar da doğmuştur değil mi?"

'Mektupların Romanı' ve Mihail Şişkin

Mihail Şişkin, kahramanları, onların bilinçlerinden mektuplarına sızanları okuyanlar 'o bağın', bir gün, bir biçimde kurulacağına inanmak istiyor

John Berger’le iyimserlik diyarında “Hoşbeş”

“Gözlerini son defa doğru kelimeyi bulmak için kapadı”

"
"