08 Kasım 2015

Gerçeğe bakma cesareti ve Günter Grass

Bugünlerde burada da meşhur olan ve her fırsatta çarpıtılan ‘kandırıldım’ meselesine dair bir iki cümlesi var Grass’ın

Günter Grass 2006’da anılarını yayınladığında ortalık karışmıştı. Yazar 79 yaşına bastığında, gençken Nasyonel Sosyalist partinin bir üyesi olduğunu itiraf etmişti. Bu hatıra kitaplarının muradı sanıldığı gibi nedamet getirmek değildi elbet. Çağına tanıklık etmiş, Nobel edebiyat ödüllü bir yazarın İkinci Dünya Savaşı'nı, döneminin siyasi çalkantılarını, ressamlığını, şairliğini, hayat hikayesinin bilinmen yanlarını, edebi ve politik tavrını okurla paylaşmaktı esas derdi

Toplumun hatırlama, unutma ve yüzleşme kültürünün zaaflarından evvel ‘insanın’ gerçeğin sarp kayalarına çarpıp parçalanmasındaki ürkek inkarcılığı daha fazla ilgimi çekiyor. Taammüden gerçeği çarpıtanlar, onun gözüne bakmaya cesaret edemeyenler, ecdadının günahlarını örtmekte beis görmeyenler, zulmü, adaletsizliği görmemek için başını öte yana çevirenler, bunun için türlü mazeret üretenler, saf kötülüğü muktedirin çarpıtılmış mağduriyetiyle izah edenler, hak etmediği değerlerden, kazanımlardan ödün vermemek için suça ortak olanlar. Hepsi aynı karanlıktan besleniyor aslında. Büyük insanlık suçlarıyla, savaşlarla, soykırımlarla yüzleşebilmek için insanın önce kendi yüreğinin kuyusundaki yansımasına içtenlikle bakabilmesi gerekiyor.

Kolay değil kuşkusuz. ‘Suçlu kim’ sorusundan önce bilerek ya da bilmeyerek tanık olduğumuz acıları, zulmü, kayıpların yasını, adaletsizliği, mücadelenin çaresizliğini, utancı nasıl taşıyoruz, ifade ediyoruz ve hatırlıyoruz. Meselenin düğümlendiği yer burası sanırım.

Jean Amery’nin ‘Suç ve Kefaretin Ötesinde’ isimli benzersiz kitabından bahsederken, yargılamadan en korkunç suçları kabullenebilmek neredeyse imkansız görünür bize. Ya da ancak dinin bağışlayıcı bakışıyla hıncımızı, kinimizi, öfkemizi yatıştırabiliriz, demişim. Toplumu derinden sarsan ‘hastalıklar’ daha ziyade kişisel suçluluk duygularımızın neden olduğu çöküntü ve insanı tüketen ‘yüzleşememe’ travmasıyla ilgili. O travmayla nasıl başa çıktığımız, kendimizi sorgulama yöntemlerimiz, bizden sonraki kuşaklara aktarma dilimiz, bizi biz yapan değerleri oluşturuyor. Herkesin yaklaşımı ve yöntemi farklıdır elbette. Bu anlamda yazı sadece bir sanat olarak değil etkili ve kalıcı bir ‘eylem’ olarak da önemli.

 

Bir anı kitabından çok daha fazlası…

 

Günter Grass 2006’da anılarını yayınladığında ortalık karışmıştı. Yazar 79 yaşına bastığında, gençken Nasyonel Sosyalist partinin bir üyesi olduğunu itiraf etmişti. Bu hatıra kitaplarının muradı sanıldığı gibi nedamet getirmek değildi elbet. Çağına tanıklık etmiş, Nobel edebiyat ödüllü bir yazarın hayatının sonuna doğru ikinci dünya savaşını, dönemin siyasi çalkantılarını, ressamlığını, şairliğini, sevdiği yazarları, edebi ve politik duruşunu okurla paylaşmaktı esas derdi. O günlerde Türkiye’de de epey tartışılan ‘yazarın siyasi tavrı’ meselesi benim bu kitaba atfettiklerimin epey uzağında duruyor. Sanatı, yoksunluğu, acıyı, aşkı, cinselliği, savaşın vahşetini insanın kaotik duygu derinliğiyle aktarabilen çok fazla yazar olmadığını biliyorum çünkü.

Günter Grass 13 Nisan 2015’de öldü, eserleriyle yaşıyor. 59’da yazdığı, İkinci Dünya Savaşı yıllarında büyümeyi reddeden bir çocuğun hikayesini anlattığı Teneke Trampet sinemaya uyarlanınca onu bütün çok satan, meşhur bir yazar olarak tanıdı. Peki gerçekte o kimdi? Eserlerini hangi saikle yazmıştı? Tecrübeleri, zaafları, pişmanlıkları onu nasıl etkilemiş, romanlarında nasıl yer almıştı?

‘Soğanı Soyarken’ bir anı kitabından çok daha fazlası. Yazar ilk bölümde, kitaba ismini veren ‘çıplaklaşmayı’ tam da yazarlığına yakışır bir biçimde ifade ediyor: “Sorularla sık boğaz edildiğinde, harf harf okunabilecek her şey serbest kalabilsin diye kabuğunun soyulmasını bekleyen bir soğana benzer bellek. Nadiren sarihtir yazılı olan, çoğunlukla aynada ters okunan yazı gibidir ya da bir biçimde anlaşılmaz”. Grass’in hafızaya dair okurun dikkatini çektiği bu ‘yanılsama’ tehlikesi anı kitabı yazan herkesin temel sorunudur. Geçmişe dönmenin, onunla hesaplaşmanın tehlikeleri ancak yazma sürecinde kendini gösterir ve tahmin edilebileceği gibi bu estetik uğraş insanın kendini ‘yaratma’ sınırlarını epey zorlar. Her hayat ve hikayesi biriciktir. Hatırlarken hayal kurmaya, gerçeği bilincin oyunlarıyla saptırmaya, kendimizi efsaneleştirmeye, suçlarımızı itiraf etmeye, reddetmeye yatkınız.  Peki, zihnimiz geçmişin ne kadarını uyduruyor, bunu tam olarak bilebilmek imkansız. Grass’in bir yazar olarak derisinden soyunma çabasıyla kalkıştığı bu işi aynı zamanda bu sebeple kıymetli buluyorum. Yazının benliğin inşasındaki en önemli araçlardan biri olduğunu soğanını itinayla soyarak gösteriyor.

Grass en başında diyor ki; “Soğan kat kat. Pek çok kat var. Birini kaldırınca yenisi çıkıyor. Doğranınca insanın gözünü yaşartıyor. Ancak kabuğu soyulurken doğruyu söylüyor. Çocukluğumun bitiminden önce ve sonra yaşananlar ve umduğumdan kötü geçen olaylar, gerçeklerle çalıyor kapımı, kah öyle kah böyle anlatılmak istiyor ve insanı baştan çıkartıp yalan söyletiyor”. Bu samimi sesleniş, bir yazarın yüreğinden dökülebilecek en gerçekçi ve zarif cümlelerden biriyle uyanıyor. Sadece bu yaklaşımı nedeniyle okunmaya değer olduğunu düşünüyorum doğrusu.

 

‘Kandırdılar diyemem, biz kandırılmaya izin verdik’

 

Günter Grass,  varlığını şekillendiren insanların, koşulların, nesnelerin, tecrübelerinin kendisine hikayelerin gerçek hayatlardan daha ‘gerçek’ olabileceğinin bilincinde. Bunu anılarında ve eserlerinde rahatlıkla görebilirsiniz.  O “masallardaki gibi sadece çocuklar mı doğru soruları sorar. Acaba dünyamı alt üst edecek bir sorudan korktuğum için suskun olabilir miyim?” derken tam ne düşünüyordu, hissediyordu bilemeyiz. Yazarlık yazı aracılığıyla kendini keşfederken hatırlayabildiği gerçeğin bir bölümünü bilinçli veya bilinçsiz  - örtme/saklama sanatıdır. Ama aynı zamanda tarihin önünde kendini sınama çabasıdır: “ “Ah keşke ta 36 yılında, Danzig Cumhuriyeti’nde baskı henüz artmamışken Nazi Partisi’ne kaydolan babam yerine Heinrichs’in babası gibi sağlam bir babam olsaydı’ türünden yakınmalar ucuza kaçar”. O yakınmıyor sadece anlatıyor: “…Çünkü Hitler gençliğinin bir üyesi olarak aslında bir Genç Nazi’ydim. Sonuna kadar inançlıydım. Fanatik değildim, en ön safta yer almıyordum, ama gözümü refleksle bayrağa dikerek, ki o bayrağın bizim için ‘ölümden de öte’ olduğu söyleniyordu, neferlerin arasında yer aldım, uygun adım yürüdüm”.  Grass rejimin başlangıç yıllarında gençlerin savaşa alındığı nispeten daha ‘masum’ olan dönemden bahsediyor. Henüz on beş yaşında. Tanıdık geliyor mu? Devam edelim…

Bugünlerde burada da meşhur olan ve her fırsatta çarpıtılan ‘kandırıldım’ meselesine dair bir iki cümlesi var Grass’ın. “Hem o delikanlıyı, hem de kendimi temize çıkarmak için ‘Bizi kandırdılar’ bile diyemem. Hayır, biz kandırılmaya izin verdik, ben kandırılmaya izin verdim”. Mesele bunu söylemekten, yazmaktan ibaret değil tabii. Hakiki yüzleşme süreci bundan sonra başlıyor.

Yazarları salt bir düşünür, aydın, entelektüel olarak gören ve sadece bu boyutuyla değerlendirenler onların insani derinliğini kaçırıyor. Yazı sanatı  - türü ne olursa olsun – okura doğru soruları ve sonsuz cevap ihtimallerini de sunar. Grass pek çok neden sıraladıktan sonra kendi kendisiyle konuşur gibi soruyor: “Acaba orduya yazılma arzumun gerisinde yatan bu muydu? Gündüz düşlerlimin karmaşasına biraz da ölüme duyduğum özlem mi karışıyordu? Adımı o şekilde siyah çerçeve içinde ölümsüzleş mi görmek istiyordum? Pek değil. Öyleyse budalalık mı ediyordum? …Kendi isteğiyle, savaşın olduğu – ve kitaplardan bildiği gibi – adların üzerine ölümün çizgi çektiği yere mutlaka gitmek isteyen on beş yaşındaki bir çocuğun içinden neler geçtiğini bilemeyiz. Bir sürü tahminde bulunabiliriz. Kabına sığmayan duyguların seli midir, keyfince davranma hevesi midir, hızla büyümek, erkeklerin arasında yer alma arzusu mudur?”.

Anılarının sadece birinci cildinin başlangıcında yer alan bu itiraf, yazarın ‘o delikanlıyla’ arasına koyduğu mesafe kadar uzak ve önemsiz benim için. Bu eksen etrafında yoğunlaşan tartışmaların da biraz sığ olduğunu düşünüyorum açıkçası. Edebiyat tarihine eserleriyle şimdiden iz bırakmış bir yazı insanın hatıralarını okurken, dikkatim bu kitap için kurduğu özel dilin kıvraklığında, samimi ve ustalıklı anlatımında, bir yazar olarak kendisiyle yüzleşme ve geçmişin imbiğinden süzülenleri aktarma biçiminde yoğunlaştı. Bilmiyorum belki ‘politik doğruculuğun’ uçup giden etkisinden ziyade ‘insanı’ merkez alan edebiyatı önemsediğimdendir belki. Her okur kendi edebiyat anlayışıyla cevabını bulacaktır.

 

Son sözü söylemek!

 

Grass’ın da ifade ettiği gibi, bu tanıklığın ‘son söz söylemeyi’ istemek gibi kibirli bir tavrı da var. Ama benliğimiz oluşturan ‘otobiyografik belleğin’ maharetlerini edebiyatın diline tercüme etmek tam da bu değil midir zaten?

Yaşlandıkça sanılanın aksine hayat hikayelerimizin kabuğu kalınlaşıyor, bilincin katmanları arasına sızan gün ışığı azalıyor ve hayatımızı tutarlı bir hikayeye dönüştürme vaktimiz azalıyor. Dağılan anı parçacıklarını toparlayabilmek için eklemeler, çıkarmalar ve yamalar yapıyoruz. Deliliğin tehlikeli sularında kaybolmamak için iç dünyamızı yeniden yaratıyoruz kimi zaman. Grass hayatının sonuna doğru ciltler dolusu kitapları yazarken, bedelini ödeyerek hafızasına büyük bir ‘sanatçı’ muamelesi yapmış. Dolayısıyla soğanını soyarken o incecik kuru kabukları yaprak yaprak atarak öze doğru yaklaşırken bir anlamda yazı sanatının ve kendi hakikatinin de özünü kavramış sanki.

İki ciltten oluşan ve Türkçeye çevrilen ilk bölümde yazar çocukluğunu, ilk gençlik heyecanlarını, ergenlik hezeyanlarını,  korkularını, ilk aşkını, evliliğini, savaş yıllarını, esir kampındaki hayatını, ailesini, şairliğini, ressamlığını, heykeltıraşlığını oluşturan etkenleri, yazı, edebiyat ve sanatla tanışma sürecini aktarıyor. Yani kitabın öncelikli meselesi ‘hesaplaşma düellosundan’ ibaret değil. O “Yazı ve kitap, bana hep hem gençliğimdeki akılsızlığımı hem de edebiyatın kişinin aklına başına getirmekteki sınırlı etkisini hatırlatır” dediğinde mesela, okuruna edebiyatın sahih yanını gösteriyor . Ya da esaretten ‘kurtuluş gününü’ nasıl geçirdiği sorulduğunda verdiği cevapla geride bıraktığı çocuğun gerçeklik karşısındaki yalpalamalarını sorguluyor: “Durumunu sonradan idrak eden bir ukala gibi tepki vereceğime doğrudan şöyle diyebilirdim; Ben kendi kendimin esiriydim, hep öyle kaldım, çünkü sabahtan akşama kadar hatta rüyalarımda bile kızları arzuluyordum, mutlaka kurtuluş gününde de öyle olmuştu. Sadece dokunmak ve dokunulmak istiyordum”.

Edebiyat her türüyle yazara kendini hatırlayarak, unutarak ve yeniden hatırlayarak yeniden yaratma imkanı sunun büyülü bir uğraş. Grass’in içindekileri sonradan kağıda dökebildiğinde mezarlıkta taş oymacısı olarak çalıştığı günlere dair yazdıkları içimi titretti: “Edebiyat, geride kalan düğmeden, bir atın pası giderilmiş nalınından, insanın ölümlüğünden ve yıpranmış mezar taşlarından can buluyor”.  Ve bence yazarın varlığından daha kıymetli olan gerçeğe bakabilme, ondan yeni bir ‘gerçeklik’ yaratabilme tutkusundan.

“Elli dokuz yılının sonbaharında Teneke Trampet adlı romanın ilk baskısını yaptığında Anna ile Paris’ten Frankfurt’a kitap fuarına gittik. Orada sabaha kadar dans ettik….Öylece sayfadan sayfaya, bir kitaptan öbürüne yaşadım. İçimde hep kahramanlar kaynıyordu. Ama bunları anlatmak için soğanım da yok, keyfim de”. İlik cildin sonu böyle bitiyor, ama bitmiyor işte. Günter Grass yazıya tutkun bir yazar bilinciyle anılarının devamını yazdı, ölene kadar yazdı.

Yirmi yaşında bir gencin varoluş hikayesini yazmanın bir bedeli vardı. O bunu yaşarken taşıdı, bazı bölümlerini sakladı, yazdı, yüzleşti ve öldü. Buraya geldiğinde yaptığı konuşmalarda toplumu geçmişiyle yüzleşmeye çağırması boşuna değildi.  Bugünkü iklimde hayatını yalanların gölgesinde tüketenlere iyi bakın. Ona ilk gençlik yıllarındaki hatasından dolayı kızanların bile kendilerini gülünç maskelerle gizlediğini, ömürleri boyunca yaşayacakları tutsaklığı daha iyi göreceksiniz.  Sır soğanı soymakta değil onun acısına cesaretle katlanabilmekte çünkü.


Soğanı Soyarken – Günter Grass 
Kırmızı Kedi Yayınevi - Çev. İlknur Özdemir

Yazarın Diğer Yazıları

Demirtaş'ın kelimeleriyle kadınlar ve 'imzalı kitap direnişi'

"Kuyrukta acayip aşklar da doğmuştur değil mi?"

'Mektupların Romanı' ve Mihail Şişkin

Mihail Şişkin, kahramanları, onların bilinçlerinden mektuplarına sızanları okuyanlar 'o bağın', bir gün, bir biçimde kurulacağına inanmak istiyor

John Berger’le iyimserlik diyarında “Hoşbeş”

“Gözlerini son defa doğru kelimeyi bulmak için kapadı”

"
"