Basitliğiyle sarsan bu novella,’Dünyanın Bütün Sabahları’ iktidarın kaba gücüne, sıradanlığa, estetik duygusunu yitirmiş, has sanatı küçümseyen modern insana da meydan okuyor aslında.Edebiyatın yanı sıra müzik ve felsefeyle de ilgilenen Pascale Quignard’ın başarısı küçücük bir hikayenin derinlerinde insanın çalkantılı duygularını, yalnızlığın kederli sesiyle buluşturabilmesinde saklı.
Günün sıradan döngüsünde henüz bozulmamış taze sabahların bir daha hiç dönmemek üzere uçup gideceğini düşünmeyiz. Yaşamın tabiatına aykırıdır. Her gün yeni bir gündür, lütuftur ve nasılsa yine sabah olacaktır. Ama yine de uçup giderler işte. Tıpkı bu yazıyı yazdığım ince yağmurlu bir yaz sabahı gibi.
Beyaz sessizlikle kuşatılmış bir parkta, ahşap masanın üzerine açtığım defterimin boş sayfalarına öyle bakıyorum şimdi. Hızla pike yaparak önümdeki fıstık çamının kunt dalına konan karga gagasıyla ritm tutuyor. Bir kozalak toprağa düşüp bayırdan aşağı tıpır tıpır yuvarlanıyor. Neşeli köpek ağzına aldığı kuru dal parçasını takır tukur kemiriyor. Ben iç sesimle pek iyi hatırlayamadığım bir melodiyi mırıldanıyorum. Hepimizin bir müziği var. Dünyanın bütün sabahlarının kokusu, rengi, müziği var. Bunları yazarken kaderleri sürükleyen rüzgar hışırtılarını, mahmur ifadeleriyle sıcak yataklarında mırıldanan kadınları, iç çeken ihtiyarların sabahlarını da düşünüyorum. Sanki hepsi her sabahı bir kereye mahsus, telafisi mümkün olmayan hatalar gibi yaşıyor. Açık kalan pencerelerden dışarıya doğru savrulan perdeler, döne döne göç eden leylekler, sonbaharı müjdelerken her şeyin bilhassa da ‘saf sabahların’ geçiciliğini fısıldıyor.
Başlıkta cümleyi küçücük romanına itinayla yerleştiren Pascal Quignard, okuruna geçiciliğin melankolik sesini duyurmak istedi sanırım. Bu cümlenin katı gerçekliği, hayatın uçuculuğunu, müziğin kardeşi ‘delilikte’ kaybolan kadınla tarif ediyordu aynı zamanda.
Anlatıcı “Dünyanın bütün sabahları bir daha dönmeyesiye uçup gider. Yıllar geçmişti” dediğinde, Mösyö de Saint Colombe, hayatını kuşatan trajedinin ardından durmuş çiçeklenen ağaçlarına bakıyordu. Onu gördüm. Daha önce kitaptan uyarlanan filmi izlemiş olmama rağmen hatırlamadım, onu ilk kez romanın sayfalarında gördüm.
Hayallerini bilerek yanıp tutuşturan insanlar var bu hikayede. Genç yaşta kaybettiği karısından kalan her anın, bir daha asla yaşayamayacağı bir sevincin bir parçası olduğuna inanan huysuz Saint Colombe’un 17.yy’da gerçekten yaşadığı söyleniyor. Hakkında fazla bilgi yok. Quignard, 90 sayfalık bir hikayeyle onu unutullamz kıldı. Alain Corneau, müziğin insana temas eden dilini sinemaya tercüme ederek muhteşem bir film yaptı. Bu film sayesinde herkes onu viyolasıyla insan sesi çıkarabilen münzevi bir dahi olarak hatırlıyor. Viyola de gamba sanatçısı Jordi Savall de kendi müzikleriyle birlikte Colombe’un ve Marais’nin müziklerinden derlediği albümle bu buluşmayı taçlandırdı. Edebiyatın tekrar yaratabilen gücü büyüleyici sahiden.
Sarayım şuracıktaki söğütlerdir
Basitliğiyle sarsan bu novella, iktidarın kaba gücüne, sıradanlığa, estetik duygusunu yitirmiş, has sanatı küçümseyen modern insana meydan okuyor aslında. Karısının ölümüyle kendi yalnızlığının ve müziğinin üzerine kapanan usta, iki kızıyla yaşıyor. Çalgısıyla insan sesindeki tüm tınıları çıkarabildiği söyleniyor. Sonradan saray çalgıcısı olacak genç müzisyen Marin Marais onun talebesi olmak istiyor. Büyük kızı Madeleine genç oğlana tutuluyor. Hikaye böyle anlatıldığında ne kadar sakin tınlıyor değil mi. Halbuki edebiyatın yanı sıra müzik ve felsefeyle ilgilenen Quignard’ın başarısı küçücük bir hikayenin derinlerinde insanın çalkantılı duygularını, yalnızlığın kederli sesiyle buluşturabilmesinde saklı.
Saint Colombe, saraydan kendisine gönderilen elçiye şöyle sesleniyordu: “Mösyö, ben yaşamımı bir dut ağacının içindeki külrengi tahtalara, bir viyoladaki yedi telin seslerine, iki kızıma adadım. Anılardır arkadaşlarım. Sarayımsa şuracıktaki söğütlerdir, akıp giden sudur, akbalıklardır, kaya balıklarıdır, mürver çiçekleridir. Majestelerine söyleyin, sarayının bundan otuz beş yıl önce babası rahmetle kralla tanıştırılmış yaban bir adamla işi olmaz”. Huysuzluğuyla gizlediği merhametinin sesini işitiyordum onu dinlerken. Söğüt dalları usulca yere düşüyor, o kulübesinde yayının tüm olası hareketlerini deniyordu. Böylece insan sesinin bütün nüanslarını gösteriyordu bana. Gerektiğinde aslan gibi kükreyen bir adam, yırtıcı bir kuş gibi bağıran kadınlar, sevinçli kuşlar gibi cıvıldayan çocuklar, cılız sesleriyle konuşan ihtiyarlar. Yazarın asla bu şekilde aktarmadığı cümlelerle hepsini duyuyordum.
Maroken defterine karısıyla yaptığı hayali görüşmeleri aktarıyordu. Talebesi Marais’yle birlikte ressam dostunu ziyaret ettiklerinde, Mösyö Baugin’in fırçasından çıkan ses” dinleyin, yay tekniğini öğrendiniz işte” dediğinde gözlerimi kapatıp onu duymaya çalıştım. Müzik insanların konuşmaktan, yazmaktan ziyade farklı biçimlerde kullandığı ‘sessiz dillerin’ gizemli buluşması olabilir mi?
Bu hikaye kendini gizleyen bir tutkunun da kitabı. Sadece genç kız ve talebe, usta ve ölen karısı arasındaki tutkudan bahsetmiyorum. Az insana nasip olan ‘tutkulu bir yaşam sürme’ becerisi, direncini yazar o tek vuruşluk sarsıcı cümleyle ifade ediyordu: “Siz müzik çalıyorsunuz Mösyö. Müzisyen değilsiniz”. Ustanın sanatından, parmaklarından, buluşlarından da önemli olan onu her şeye rağmen hayata bağlayan tutkusuydu.
Genç müzisyen tutkuyla seviştiği Madeleine’i terk ederken, “Başka yüzler gördüm. Yüreklerimiz açgözlü. Ruhumuz durup dinlenmek bilmiyor. Yaşam acımasız olduğu ölçüde güzel, tıpkı avlarımız gibi” diyordu. Terk etmenin ve terk edilmenin çaresizliğini, pes bir insan sesi çıkarabilen yay tınısıyla yazmış Quignard.
Güçlü tutkuları taşımak zordur
Bu küçük roman da öyle. Acımasız olduğu ölçüde güzel. Dünyanın en güzel ezgileri denen ağıtları, ustasının kulübesinin altında gizlice dinleyen Marais gibi üzgündüm hikayeye eşlik ederken. Yaşlı ustanın özensiz, üzgün, yaslı çalışıyla ben de hepimizi bekleyen o kaçınılmaz ‘son’u düşünüyordum. Saint Colombe kendi kendine sayıklıyordu: “Ah! Artık adamakıllı kocamış gölgelerle konuşuyorum yalnızca! Yerinden kımıldamayan gölgelerle! Ah! Şu dünyada benden başka müziği seven biri daha yaşasaydı keşke. Konuşurduk onunla! Ona sırlarımı açar, ondan sonra ölüp giderdim”.
Nihayetinde eğer insan tutkulu bir hayat sürmüşse giderken en çok onun ‘sırrını’ bırakmak ister belki, bilmiyorum. Güçlü tutkuları taşımak da, onların bir gün kaybolup gitmesine razı olmak hiç kolay değildir çünkü.
Mösyö Sainte Colombe, gitmeden evvel yaşarken kızına acı çektiren, kendisinin de vaktiyle iyice hırpaladığı adama müziğin varoluş nedeninin sözün söyleyemediği şey olduğunu söyler.” Müzik tam anlamıyla insana özgü değildir” der. Müziği hepimiz farklı algılayabiliriz. Sonsuz seçenek öneren bir ‘varoluş halidir’ bana göre. Çok içerden gelen ilkel bir çığlık. Nefesimizin yetmediği yerde bedenimizi titreten bir haykırış. Zihnimizi kamaştıran sonsuz bir ağıt. Bir sabah ansızın hatırladığımız bir konuşmanın buruk tonu. Sonsuza kadar yankılanacak içten bir kahkaha. Bir derenin usul şırıltısı…
Ya da yazarın harika anlatımıyla; dilin sırt çevirdikleri için küçük bir çeşme. Çocukların gölgesi için. Ayakkabıcıların çekiç darbeleri için. O soluksuz olduğumuz zamanlar. O ışıksız olduğumuz zamanlar”.
Müzik eksik kalmaya mahkum hayatımızı tamamlasın diye bize hediye edilmiş olabilir mi? Ama belki de en çok bir daha geri dönmemek üzere uçup giden ‘dünyanın bütün sabahları’ içindir. Biz gideriz, geriye yaşanan her şeyden süzülen melodiler kalır. Bir gün başkaları da dinlesin ‘en büyük hikaye’ yazılmayan notalarla tamamlansın diye.