18 Ekim 2015

Bizi ‘insan’ yapan hikâyeler ve Marguerite Yourcenar

Faşizmin şaşaalı dış görünüşünün ardında saklı kof gerçekle yüzleşen ilk Fransız roman: Düş Parası

Marguerite Yorucenar, ‘Düş Parası’nın yeniden basılmaya değer bulunmasının nedenlerinden birini, basıldığı dönemde faşizmin şaşaalı dış görünüşünün ardında saklı kof gerçekle yüzleşen ilk Fransız romanlarından biri (belki de ilki) olmasına bağlıyor. Okuru 65 yıl sonra ilk günkü edebi lezzeti ve gücüyle etkilemesinin sebebi de kuşkusuz tabiatının, edebiyatının ve dilinin biricikliğiyle ilgilidir.

İnsan yalnızlığından korkmadan yalnızlığa sığınabilmeyi ister. Ölümden korkmadan yaşamayı arzular. Canlıların birbirlerine sokulmalarını sağlayan hastalıklı ‘aşk’ duygusuna bağlanmayı, hayata katlanabilmek için düşler. Bütün zaaflarına rağmen sevilmeyi hayal eder. Hatıralarını biriktirirken onların gelecekte ‘hikâyeye’ dönüşeceğini düşünmez ancak insan kemiğiyle, ruhuyla, kelamıyla büsbütün bir hikâyedir.  

Bizi ‘biz’ yapan hikâyelerde, kaderin iradeye bazen de iradenin kadere teslim olduğunu kolaylıkla kabullenemesek de biliriz. Günlerdir, aylardır katledilen çocukların, kadınların, gençlerin, yaşlıların ölümünü rakamlarla açıklayan soğuk haberleri izliyorum. Arada soluklanıp yüzlerine bakıyorum uzun uzun, merhametle, kederle. Kıvılcımlı bakışlarını, derin yüz çizgilerini,  içimi kanatan sessiz kahkahalarını hiç unutmamak için rikkatle bakıyorum.

Büyüdüğünde avukat olmak isteyen çağla gözlü çocuk, gelinliğinin içinde kocaman tebessümüyle hayata meydan okuyan genç kadın, evlatlarını savaşta kaybetmiş olmasına rağmen direnen  ihtiyar teyze, torununun minicik ayağını öpen adam, akşam evine yemek götürmek için bir köşede simit satan delikanlı, barış umudun kaybetmemek için hayata tutunan üniversite öğrencisi, taşlaşmış acısıyla kocasının mezarı başında çocuğunu, yoldaşlarını teskin eden güçlü bir kadın, ömrü boyunca kimsesizliğin burukluğunu başkalarına yardım ederek örten kız, yumruğunu sıkıp havaya kaldıracak hali kalmayan o anaların yürek dağlayan yüzleri ve rüyalarıma giren diğerleri. Hiçbiri yok artık, ama varlar. Geçmişleri, gelecek hayalleri, yaşantılarına sığdırdığı biricik anları, “doğum ve ölüm tarihi’ arasındaki düz ve belirsiz çizgiden ibaret değil çünkü.  Onları morg kapılarında, mezarlıklarda bekleyen, hatıralarıyla yaşayacak ailelerinin, sevenlerinin, dostlarının, yakınlarının anlattığı hikâyelerle çoğalacaklar.  

‘Sadece üç kişi için yazmıştım’

 

Kelimelerle ifadesi mümkün olmayan bu acıların tarifi, telafisi imkânsız belki ama insan var olduğundan beri hikâyelerle teselli bulmuş. Yine bulacak, biliyorum, hayata devem edebilmek için hikâyelerimize sarılmak zorundayız çünkü.

Yourcenar’ın hayatları birbirine ipeksi sicimlerle bağlayan hikâyelerinden oluşan bir roman okuyorum bugünlerde. Kayıpların, gidenlerin, yaralarıyla kalanların acısını büsbütün iyileştirmiyor elbet ama başkalarının hikâyeleriyle güçlenerek çoğalma imkânını hatırlatıyor.

 ‘Düş Parası’ 1933’de Roma’da diktatörlüğün hüküm sürdüğü bir dönemde, ilk bakışta benzeşmeyen ama birbirlerine bir biçimde dokunan insanların hikâyelerini anlatıyor. Yourcenar’ın diline, benzersiz anlatımına aşina olanlar bilir. O ne yazarsa yazsın, meselesinin, siyasi tavrının, şiirsel anlatımının önüne geçmesine izin vermez. Ona göre esas olan hayatı edebiyatla sihirli kılmaktır.

Daha önce de yazmıştım galiba. Ben unutmak için  “gönüllü bir uyurgezer’ gibi dolaşanların sayıklamalarından ziyade, yaşadıklarını masalsı bir dille hatırlayanların ve aktaranların hikâyelerini dinlemeyi seviyorum. Yaşadıklarımızı anlatırken sihirli bir güç, bildiğimizi sandığımız hayat hikâyelerinin incelikli ayrıntılarını usulca siliyor. Onları zihnimize kazınan resimleri çağrıştıran sözcüklerle yeniden inşa ettiğimizde, artık sadece bizim değil, tanımadığımız insanların da hikâyeleri oluveriyorlar. Yourcenar’ın eserlerinde gerçeklerden süzülmüş incelikler, bu mucizevi buluşmayla okurunu cezbediyor.

Çocukluğunda harflerin yerini değiştirerek yarattığı takma ismi kullanarak yazdığı şiirlerle edebiyatın sırrını keşfeden, kendisini, kahramanlarını, anıları ve rüyalarıyla anlatırken hayatının katı gerçekliğiyle arasına mesafe koyabilen Marguerite Yourcenar, görüntülerine farklı açılardan bakabilen bir yazar. Duygularının sahih dokusuna müdahale etmediği için hikâyeleri kimi zaman ürpertir. O anlatımının zarafetinden ödün vermeden sert bir kayayı kesik cam parçalarıyla yontar gibi yazar. “Sadece üç kişi için yazmıştım aslında” dediği kitaplarını belki bu nedenle bugün milyonlarca insan okuyor. 

‘Aşk satın alınamaz ama düş satın alınır’

 

10 litrelik madeni bir para aracılığıyla ortak duyguların farklı tezahürlerini anlatan hikâyelerin kesişme noktasında, hayatı umutla kucaklarken ölümü göze alan ve ona meydan okuyan insanların yüzlerini gördüm. İç içe geçen ve ayrıntılarla gelişen kurgusu itibarıyla yazarının ‘roman’ diye tanımladığı bu metnin orijinali 1934’de yazılmış. Yazar 1954’deki ikinci baskısına – yeniden yazımına - eklediği önsözde şöyle diyor:

“Kitabın ilk halinde de değişmeyen, değişmemesi gereken şey, özellikle siyasi atmosferidir; diktatörlüğün on birinci yılında Roma’da geçen roman her şeyden önce bu belirli tarihi korumak zorundaydı. Bir kaç hayali olay, Carlo Stevo’nun sürgün edilmesi ve ölümü, Marcello Ardeati’nin suikast girişimi 1933’de, yani rejim düşmanlarına karşı sert oğlan üstü hal yasalarının birkaç yıldır uygulandığı ve diktatöre karşı birçok benzer suikast girişiminin düzenlendiği dönemde geçer”.

Başında söylediğim gibi Yourcenar için hikâyenin ya da romanın meselesi elbette önemlidir ama edebiyatına zarar vermesine izin vermez. Romanın sahneye ilk çıkan kahramanı, mutlu olmayı umarak aşığının peşinden giden karısının terk ettiği taşralı genç bir adam Paola Farina. Anlatıcı başlangıçta ona dair kısmı şöyle tamamlıyordu: “Aşk satın alınamaz, satılık kadınlar sonuçta erkeklere kiralarlar kendilerini ama düş satın alınır; bu elle tutulamayan meta, çeşitli biçimlerde sürülür piyasaya. Paola Farina, her hafta Lina’ya verdiği düşük meblağla bilinçli bir yanılgıyı, yani belki de dünyada yanıltıcı olmayan tek şeyi satın alıyordu.”  Yani karısı tarafından sevilmediğini bilerek unutuyordu. Hikâyeler de biraz böyledir. Onlar aracılığıyla çaresizliğimizi bilerek unutur, başka hayat ihtimallerini hayal ederiz.

Yourcenar, romanın başlangıcında Montaigne’in alıntısını doğrular gibi yaşamış bir yazar: “Hayatı bir düş uğruna terk etmek ona gerçek değerini biçmektir”.  Bu kitapta da kendi ihtiraslarına, tutkularına, yalnızlıklarına ve  zaaflarına gömülen insanların hakiki benliklerini göstererek suçluluk duygusunu biraz olsun hafifletmek istiyordu belki. Yazarlık düşünün peşinden gitmenin de bir bedeli, hakiki bir karşılığı var.

Ona göre aşk bir cezaydı

 

Doğduktan on gün sonra kaybettiği annesinin ölümüne sebep olduğunu düşünen Yourcenar, tarihle, mitolojiyle, felsefeyle, şiirle yazının köklerine tutunarak edebiyatla derin bir suç ortaklığına sığınmıştı. On iki yaşındayken Yunanca ve Latince öğrendi. On sekiz yaşındayken ilk şiir kitabını yayımlatan babasını kaybettikten sonra uzun seyahatlere çıktı. Hayat yolculuğunda öğrendiklerini roman sanatıyla ve şiirin kırılgan iklimiyle buluşturdu.

Eski bir yazımda onu şöyle anlatmışım; Yourcenar’a göre aşk bir cezaydı; insanlar yalnız kalamadıkları için cezalandırılıyorlardı. Ve sevenler için zaman yoktu. Belki bu yüzden yazdıklarına, okura, dünyaya hırçın bir mesafeyle yaklaşmayı tercih etmişti. O anlatmayı sevdiği yabani hayvanlar gibiydi. Tabiatın insana hükmeden gücünden, vahşetinden, ıssızlığından müthiş bir zevk alıyordu. Sevgilisi Grace Fink’le birlikte uzun yıllar ıssız bir adada, ormanda bir kulübede yaşamıştı. Evinde televizyon yoktu. Sık kullanmadığı bir radyosu ve köpeği Zoe vardı.

Kendisiyle uzun bir röportaj yapan Mathieu Galley, kitaplarını genellikle odasında değil, rastlantıların sürüklediği yerlerde, bir gece treninde, bir bekleme salonunda, bir otel odasında, bir kilisede, bir gezinti sırasında yazdığını söylüyordu. ‘Düş Parası’nı yazarken düşle gerçeklik arasında giden hikâyelerini kim bilir nasıl tahayyül etmiş, kurgulamıştı. 1959’da Mount Desert’de kitaba yazdığı önsözü o yolculuğun seyrini ekleyerek bitirmiş: “İnsan macerasının yirmi beş yıl önce düşündüğümüzden daha da trajik, daha karmaşık, daha zengin, bazen daha yalın ve bilhassa daha garip olduğunu düşünmem, kuşkusuz bu kitabı yeniden yazmamın en önemli nedeniydi”.

Yourcenar, tecrübeleriyle, zaman içinde değişen duygu ve düşünceleriyle, zanaatkarlığın tılsımıyla, kendisini ve yazı sanatını yeniden yorumlamaktan çekinmeyen bir yazar. Galley, ona ‘yazmak bir çaba mı yoksa bir ıstırap mıdır’ diye sorduğunda, tam da kendisi gibi cevap vermişti: “Hayır bir iştir, ancak aynı zamanda neredeyse bir oyun ve bir sevinçtir de, çünkü önemli olan yazı değil bakıştır. Kitaplarımı her zaman yazıya dökmeden önce düşüncemde yazdım. Mesela Zenon’la ilgili bir sahne. 1954’de, bir öğleden sonra, bir arkadaşın evinde, sanıyorum Bach dinlerken, hafızamda yazdığımı söyleyebilirim”.

Siyasetin düşündürdüğü…

 

Yazar romanın son bölümünde kahramanlarını, şehri ve muhtemel kaderlerini geniş bir uyku sahnesinde buluşturmuş. Dikkatli okur, cümlelerinde edebiyatını yücelten unsurları rahatlıkla görebilir: “Sokaklar boyunca sıra sıra evler kapkaraydı. Uyuyanlar tıpkı yer altı mezarlarındaki ölüler gibi kat kat dizilmişti; eşler uyuyor, nemli ve sıcak bedenlerinde geleceğin canlılarını, asilerini, teslim olmuşlarını, kaba kuvvet kullananlarını, beceriklilerini, azizlerini, ahmaklarını, şehitlerini taşıyorlardı. Villa Borghese’in çamları arasında, kentleri kasıp savuran spekülasyonun mahvettiği bu eski zaman soylularının uçsuz bucaksız bahçelerinin kalıntılarında, özsularla ve soluklarla dolu bitkisel bir gece dalgalanıp titreşiyordu”.

Yourcenar, bu romanda edebiyatını ölümsüz kılan bu klasik, dolaylı, şiirsel anlatımın yanı sıra kendisinin ‘tiyatro diyalogları’ diye tanımladığı formları da kullanmış. Böylece ‘siyaset’ gibi sıradanlaşmaya müsait tehlikeli bir kavramın farklı yöntemlerle anlatılabileceğini de göstermiş. Seyyah Clement Roux’yu anlattığı bölümde onu konuşturuyordu: “’Siyasetin bana neyi düşündürdüğünü anlatayım sana’ dedi ihtiyar,…La Sacala’da orkestra şefi olan bir arkadaşım var, onun anlattığına göre, kalabalığın gürültüsüne, ayaklanma sesine, tezahürat yapan ya da itiraz eden haykırışlara falan ihtiyaçları olduğunda sadece bas sesler, tek bir güzel, çınlayan kelimeyi söylermiş: RABARBA. Kanon halinde…BARBARA…BARABAR…Nasıl duyulduğunu gördün. İşte sağ veya sol, siyaset de benim için RABARBA çocuğum”.

Yorucenar, ‘Düş Parası’nın yeniden basılmaya değer bulunmasının nedenlerinden birini, basıldığı dönemde faşizmin şaşaalı dış görünüşünün ardında saklı kof gerçekle yüzleşen ilk Fransız romanlarından biri (belki de ilki) olmasına bağlıyor. Okuru 65 yıl sonra ilk günkü edebi lezzeti ve gücüyle etkilemesinin sebebi de kuşkusuz tabiatının, edebiyatının ve dilinin biricikliğiyle ilgilidir.

Bu zor günlerde onu Türkçede yeni bir romanıyla hatırlamak yaralı ruhuma iyi geldi doğrusu. Kum tanesi gibi hafif, geçici ve kainatın küçücük bir parçası olan insanın, ‘kötülük girdabından’ tek başına kurtulamayacağını, ölmüş dostlarımızın hikâyeler aracılığıyla yaşayabileceğini, hakikatin gücüyle beslenen esaslı karakterlerin hiç ölmeyeceğini bir kez daha gösterdi bana.

*Marguerite Yourcenar – Düş Parası/ Çev. Roza Hakmen – Metis Yayınları

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Yazarın Diğer Yazıları

Demirtaş'ın kelimeleriyle kadınlar ve 'imzalı kitap direnişi'

"Kuyrukta acayip aşklar da doğmuştur değil mi?"

'Mektupların Romanı' ve Mihail Şişkin

Mihail Şişkin, kahramanları, onların bilinçlerinden mektuplarına sızanları okuyanlar 'o bağın', bir gün, bir biçimde kurulacağına inanmak istiyor

John Berger’le iyimserlik diyarında “Hoşbeş”

“Gözlerini son defa doğru kelimeyi bulmak için kapadı”

"
"