Gazeteci ve denemeci Ali Çolak’ın son dönem yazılarından oluşan yine ‘Ama Sözcükleri Götüremezsiniz’ başlıklı yeni kitabının ithaf bölümü muradını iyi anlatıyor: “Talan edilmiş ormanlara, kurutulmuş derelere, peşkeş çekilmiş sahillere, sökülmüş zeytin ağaçlarına, yağmalanmış şehirlere, kömür karasına bulanmış madencilere, kıyılmış gencecik canlara, oğul yası tutan annelere, devlet kibrine meydan okuyan kadınlara, iftiraya uğramış, horlanmış, sürülmüş mazlumlara, dünyayı güzelleştiren muhacirlere, sokaktaki mülteci çocuklara, intikam uğruna zindana atılmış masumlara, ülkemin bütün merhametli, uygar ve güzel insanlarına…”. Yazar elinde sözcüklerden başka silahı olmayan, insan sevgisine, merhamete, edebiyatın gücüne sığınarak onurunu ve umudunu korumaya çalışan herkesin yüreğine sesleniyor.
Siyaset bilimi okuyan gençlerle, işini severek yapan gazetecilerle içinde kaçamadığımız ‘memleket halleri’ de olan sanattan, edebiyattan bahsettiğimiz bir öğle yemeği sohbeti sonrası kitabı yazarından aldım, çantama koydum ve beni şehre ulaştıracak arabaya bindim. Yazar her zamanki sakin sesi ve uysal tebessümüyle arkamdan seslendi. “Sözcüklerime iyi bak, onları parklara, bahçelere, deniz kenarlarına, ormanlara, dağlara götür’ dedi. “Olur, götürürüm gönüllerince gezdiririm onları ” dedim. Uğuldayan trafik konvoyu ve hayatından bezmiş sürücülerle birlikte beklerken camı araladım. Ilık güneş yüzümü ısıtıyordu. Saçlarımı ensemde topladım ve çantamdan çıkardığım, kitaba adını veren son yazıyı okumaya başladım: “İçi içine sığmıyor sözcüklerimizin, çın çın ötüyorlar. Bir ince müzikle dokunup geçiriyorlar şehirleri; insanları umutlara, sevinçlere, neşelere yükselterek. Vadileri, kırları, dağları dolaşıyor sözcüklerimiz; çocuklarımızı avutuyor, umutsuzları yerinden doğrultuyorlar. İyi bir haber gibi ışıtarak yüzleri yaşamaya teselli buluyorlar. Bir türküde eğleşiyor sonra, bir halaya giriyor, müziğin estirdiği rüzgarla arılar gibi uçuşuyorlar”.
Serin bir nehir misali şıkırdayarak akan cümleler, her ölüm, katliam haberiyle büzüşen ruhumu okşarken ani bir fren sesiyle irkildim. Dev bir canavar gibi ağzını açmış viyadüğün ayağıyla çıldırmış bir minibüs arasında sıkışmış, kaldırımın üzerinde hızla sürükleniyorduk. Saniyelerin uzadığı o zaman diliminde tam ne düşünüyordum hatırlamıyorum ama hayatım bir film şeridi gibi geçmedi önümden, o kadarını biliyorum. Durabildiğimizde kitap hala kucağımda açık duruyordu. Şoför arabadan indi, ben derin bir nefes alıp kazayı atlatmış olmamıza şükrederek durumun kendisine pek uygun olmayan tuhaf bir sükunetle kaldığım yerden okumaya devam ettim. Zihnimden sadece kelimeler akıp gidiyordu. Ormanda yolunu kaybetmiş bir hayvan gibi dışarıdan gelen seslerden korkuyordum. İnsan yüreği, bizi iyileştiren, hayata bağlayan, ölümün ürkütücü yüzünden koruyan, merhametiyle avutan kelimelerin yokluğunda yavan ve boş bir şeydi sanki o anda. “Sözcükleri çıkarın, dünya durur” diyen İlhan Berk’i hatırladım. Ve severek mısralarını, cümlelerini ödünç alıp hayatıma eklediğim yazarları, şairleri, onların hayatın fenalıklarına yazıyla direnen cesaretlerini düşündüm.
Evet, bazıları yazarın dediği gibi onlardan başka gücümüzün olmadığını bildikleri halde sözcüklerden ölesiye korkuyorlardı. Onlarla inşa edilen hayatın, insanlık tarihi boyunca direneceğinin farkındalar çünkü. Yazar o korkaklardan bahsediyordu: “Biliyorlar, onların açtığı yaralar kapanmaz. Biliyorlar, yüzyıllar geçse de unutulmaz sözcükler, unutturmaz. Bir şarkıya, bir şiire düşüvermekten öte ödleri kopuyor. Bir gün dağ başında yol alırken, bir kayanın alnına yazılmış fiyakalı bir sözcüğü görüverince yüreklerinin ağızlarına gelivereceğini biliyorlar. Bir şarkının sonunda, beklemedikleri bir anda duyuverecekleri bir sözcük, uykularını kaçırıyor. Biliyorlar, bir sözcüğün ömürleri boyunca peşlerini bırakmayacağını. Onu, o minicik cansız varlığı yok edememenin ve susturamamanın çaresizliğiyle korku salıyorlar”.
Gazeteci ve denemeci Ali Çolak, bu defa son dönemde köşesinde yazdıklarını ‘Ama Sözcükleri Götüremezler’ başlığıyla yeni bir kitapta toplamış. Bence çok iyi yapmış. Günlük bir gazetede yayımlanan yazılardan ziyade yine usta olduğu türe, ‘denemeye’ yakın duran yazılardan oluşuyor çünkü. Epeydir hemen herkesin huzursuzluk ve kederle kıvrandığı bu karanlık iklimde, muktedirin tasallutuna edebiyatla, faşist zihinler tarafından ele geçirilememiş berrak diliyle direnen bir yazarı okumak kaybetmek üzere olduğum umudun kıymetini hatırlattı.
Sözcüklerden başka silahı olmayanlar
Sözcükler hakikate dokunabildikleri ölçüde güçlüdür ve hayat iksiri tam da orada gizlidir. Küçük bir kız tarafından yazılmış (İtalya’da) bir masal okumuştum. Masalın adı Gül; “Gül mutluydu. Diğer çiçeklerle iyi geçiniyordu. Bir gün Gül solmakta olduğunu hissetti, ölmek üzereydi: Kağıttan bir çiçek gördü ve ona ‘Ne kadar güzel bir çiçeksin’ dedi. ‘Ama ben kağıttanım!’, ‘Ama ben ölmek üzereyim, anlamıyor musun?’. Gül bir daha konuşamadı, çünkü ölmüştü”. Bu kısacık masal ‘eşyanın’ da canlı varlıklar gibi nihayetinde ölümlü olduğunu söylüyor aslında. Geriye kalabilen sözcükler, onları yazanlardan bağımsız istedikleri gibi özgürce dolaşabilir. Bazen imza bile önemini yitirir. Gücünü de en çok bu vasfından alır bana kalırsa. Yazıldığı sırada yazan da önemini pek anlayamaz. Boş sayfalara dalgınlıkla çiziktirilmiş ‘karınca bacaklı’ harflerden müteşekkil kelimelerin gizemli yolculuğunu tahayyül edemezler. Günün birinde sözcükler hakiki sahiplerine, okurlarına kavuştuklarında mutlak acının, yoksunluğun, trajedinin, umudun, direnişin edebiyata dönüşmesiyle tarihteki yerlerini alırlar.
Ali Çolak’ın son 3 yılı içeren yazılarından oluşturulan seçki, sadece dönemin kültürel yozlaşmasını göstermiyor. Elinde sözcüklerden başka ‘silahı’ olmayan, insan sevgisine, merhamete, edebiyatın gücüne sığınarak onurunu ve umudunu korumaya çalışan herkesin yüreğine sesleniyor. Kitabın alt başlığının ‘Bir dönemin güncesi’ olması boşuna değil. İthaf bölümündeki cümleler muradını iyi anlatıyor: “Talan edilmiş ormanlara, kurutulmuş derelere, peşkeş çekilmiş sahillere, sökülmüş zeytin ağaçlarına, yağmalanmış şehirlere, kömür karasına bulanmış madencilere, kıyılmış gencecik canlara, oğul yası tutan annelere, devlet kibrine meydan okuyan kadınlara, iftiraya uğramış, horlanmış, sürülmüş mazlumlara, dünyayı güzelleştiren muhacirlere, sokaktaki mülteci çocuklara, intikam uğruna zindana atılmış masumlara, ülkemin bütün merhametli, uygar ve güzel insanlarına…”. Bu ithaftan yazıların dönemin muhalif sesinden ibaret olduğu sonucu çıkarılsın istemem. Çolak’ın sözcüklerinin gücü, dolandırmadan dile getirdiği dikensiz fikirlerinden ziyade en sert insanlık hallerini edebiyatın diliyle anlatabilmesinde saklı.
Erguvanlar da geçip gittiler
Onun yazıları dönemi aktaran yazın anlayışıyla sınırlı değil. Yazı sanatının kuşaklar boyu akan nehrinde, sözcüklerin şiiriyle, sesiyle, şarkısıyla, kadim masallarıyla yıkanmayı seviyor. Daha önceki deneme kitaplarındaki lirik tını bu yazılarda da hissediliyor. Üstelik edebiyat tarihine dönük okumalarla hafızamızı da diri tutuyor. ‘Söz Tükenmez’ başlıklı yazısında, Anna Ahmatova, Platonov, Mandelstam’ın susturuluş biçimlerini, edebi kimliklerini aktarırken, “Küflenmiyor söz, yokluğa karışıp gitmiyor. Aksine, antik çağlardan bugüne ulaşmış buğday taneleri, bal petekleri gibi ışıyıp duruyor. Bir gün, umulmadık bir anda, sürgülü demir kapılardan, sığınakların gözeneklerinden, umutsuzluğun en koyu yerinden içeri sızıveriyor” dediğinde ani bir çocuk sevinciyle ürperiyorsunuz mesela. Sonra ‘Hevesi Kaçmış Erguvan’da betonlaşma yüzünden küsmüş bir ağacı anlatıyor. Bitkilerle ilişki kuramayan bir toplumun hazin resmini gösterirken burasının insanların soykırım yapmak için diş bilediği bir ülke olduğu gerçeğini hatırlatıyor. Sonunda usul sesiyle soruyor; “Seneye çıkar mı bizim meydanın erguvanı? Sanmam, muhtemelen keserler kurudu, diye. Sonra kimsecikler hatırlamaz olur. Kimse demez ki, burada mor bulutlar gibi tutan bir erguvan vardı, baharı çekip getirirdi. Demeyecek kimse biliyorum….Erguvanlar da geçip gittiler farkında mısınız?”.
Yazar umudu kaybetmeyelim diye, ‘İyi bir gün için okuma parçaları’ başlıklı yazısında Cioran, Canetti, Galeano, Refik Halid Karay, Karakoç, Necatigil, Altıok’tan alıntılar aktarıyor. Hepsi ‘iktidarı’ kendi üslubuyla eleştiriyor. Ali Çolak’ın dilinde yaşayan keder, onu yaşatan saf yaşama sevinciyle buluştuğunda kendi direniş türküsünün mahzun sesi yükseliyor: “Umutla, sevinçle yaşamak esastır, kabuslar geçici. Hayatın türküsü son insan yeryüzünü terk edene dek susmaz. Muktedirlerin yaşama sevincini susturabildiği görülmemiştir. Aksine, hayatın ırmakları onların saltanatını silip süpürmüştür. Bana inanmıyorsanız, tarihe sorun. Size, sayısız zalimin mezar taşını gösterecektir, adları lanetle anılan. Bir de şairlere sorun. Onlar da durmadan, yaşama sevincinin türküsünü söyler ve umudun bayrağını taşırlar”.
Eski yazılarımdan birinde ‘deneme’ türünün babası hakkında şunları yazmışım; Kendisinden dört asır evvel hayatın, insanın, yazının sırrını arayan Montaigne, ‘benim sanatım yaşamaktır’ diyordu. Montaigne’in içindeki yazar, onun içindeki gölgesiydi ama ona yazma gücü veren, tecrübelerini yazının diline tercüme edebilen de yazarın benzersiz hayat sevinciydi. Yaşama sevincini yazıya dönüştüren ‘kutsal’ yazı coşkusu, sözcüklerle hafızaya, geleceğe bağlanmak için şüphesiz önemlidir ama yetmeyebilir. Yeryüzü ağrısının kuytumuzda en dibe vurduğu yerde, öfkeyi acının özsuyuyla yıkayan sese de ihtiyacımız var. O da aynı yazarın sesi: “Övünçle andığımız Anadolu irfanı bu olmalı, derin Anadolu’nun bin şıllık duru sesi. Annelerin o büyük asaleti karşısında afallıyor, sonra bu ülkeye ve insanına bir kez daha inanç tazeliyoruz. Bu tertemiz vicdanlar, bu inanç var oldukça barbarların saltanatı uzun sürmez. Pek yakında perde sıyrılacak ve hakikat gün gibi ışığı…Anneleri izleyin, hakikati göreceksiniz”.
Hakikat sözcüklerle dile geldiğinde bu kitapta olduğu gibi umut ışığını, çok ihtiyar bir zeytin ağacının hikayesinde, bir şairin mısralarında, umutsuz ve kederli bir insanı gülümsetebilen yazıda, asırlardır yazanların iz bırakan eserlerinde göreceksiniz. Saltanatın zulmü elbet biter, hep bitti. Geriye götüremedikleri sözcüklerin sonsuz gücü, büyüsü kalır: “Bütün saltanatı sözcüklerden kurulu fanileriz biz. Başımıza yastık yapar uyuruz, ekmeğimize katık yapar doyarız. Serinleriz, ısınırız, giyiniriz ve gülümseriz onlarla. Aşık oluruz, şarkı yazarız, gönül alırız. Bir armağan gibi sunarız, bir buket sözcüğü. Yol arkadaşımız, can dostumuz, avuntumuz bir tutam sözcüktür”. Edebi lezzeti, umudu ve ruha verdiği ferahlıkla ömrümüze eşlik ederek hayatın bütün fenalıklarına rağmen içimizi sağlam tutacak, bizden sonrakilere kalacak olan da böyle kitaplardır.
*Ama Sözcükleri Götüremezler – Ali Çolak / Zaman Kitap