Uzaktaki tepede Mar Braham Kilisesi’nin dantel gibi kubbesi, arkasında sivri başlı çadırlar dizili. Toprak rengi toz filtrelemişçesine üzerlerini, kızıl Midyatla uyum içinde ilk kurulan çadırlar, yeni kurulanlarsa az daha beyaz. Taştan örme setler ve yaprak dökmüş kuru dallarla hareketlenen çorak manzarayı yer yer bir iki fıstık ağacı yeşillendiriyor.
Tek bir yol uzanıyor yukarıya, Suriye mülteci kampına. Eski Midyat’ı arkama alıp yol boyu yürüyorum.
Asfaltın üzerindeki teker sesi fazlaca yakınlaştığında bir araç duruyor yanımda, pencerenin kıyısından nereye gittiğimi soran AFAT görevlisinin kolluğunu görüyorum.
‘Kampa. Gelmişken biraz görüntü almak istiyorum, yolu yordamı nedir diye bir görüşmek istedim.‘
‘Binin götürelim.’ diyor, beni kapıya kadar çıkarıyor.
Kapı güvenliğinde iniyorum, Jandarma misafirperver, sandalyem çekiliyor, çayım geliveriyor. Telsizle hemen içeriye anons ediliyor talebim, cevap olumsuz. Kampa giriş başbakanlık iznine bağlıymış.
Hızlı pes etmeye niyetim yok, söyleşi değilse bir iki kare, o da değilse bir izlenim kalsın istiyorum cebimde ama diretmiyorum, önce garnizon komutanıyla biraz sohbet ediyoruz.
Türkiye’de kurulan en yeni kamp Midyat kampı, 3300 Suriyeli mülteci kalıyor burada. Kamp 6500 kişiyi ağırlayacak kapasiteye sahip. Süryaniler için de ayrı bir bölüm hazırlanmış.
‘Onlar da kalıyorlar mı şu an kampta?’ diye soruyorum.
Süryanilerin maddi durumu daha yerinde olduğundan kampta kalmıyor, varlıklı Suriyeli aileler gibi Türkiye’de veya Avrupa’da yerleşiyorlarmış. İki aile varmış yalnızca, diğer üç aileye Mardin Süryanileri destek olmuş ve Midyat içerisinde ev tutmuşlar.
Kampta kalanlar ise Suriye’li yoksul aileler.
Biz sohbet ederken ellerinde poşetlerle ufak gruplar geçiyor önümüzdeki kapıdan. Bugün çarşı izni günü. Çarşıdan gelen mültecilerin yüzleri gülüyor, yine de kadınların gözlerinde inceden bir keder var.
Araç trafiği yoğun, minibüsler bir giriyor bir çıkıyor iki yöne doğru. İçleri insan dolu, kimi çarşıya kimi hastaneye gidiyor kimi dönüyor.
Biz konuşurken bir anons geliyor telsize: Hastanede KBB, Kardiyoloji, Üroloji doktoru eksik, takviye istiyoruz. Şehir hastanesi olmalı söz konusu olan. Herşey hemen haber ediliyor ve düzenlenmeye çalışılıyor.
Sohbet durulduğu sıra bir daha deniyorum şansımı: ‘Kamp müdürü ile görüşebilir miyim acaba sorsak?’ diyorum, ‘Belki bir görüntü ya da bir ufak söyleşi almak mümkündür.’
Hemen iletiliyor. Müdür bey kabul ediyor. Gelen ilk arabaya atlıyorum.
Daha selam veremeden şoför: ‘Biraz da koruculardan bahsetseniz ya!’ diyor.
‘Efendim?’
‘Korucuları soran yok, 849 lira maaş alıyoruz, bizi kimse duymuyor!’ diye sitem ediyor şakayla karışık, kendisi de korucuymuş. ‘E biz konuşalım o zaman.’ diye gülüyorum, telefonunu yazarken bir taraftan gözlerimi dışarıda gezdiriyorum.
Sağlı sollu yeni ve güzel çadırlar düzenli şekilde örtmüş tepenin üzerini, çok para harcanmış belli ki bu kampa. Çadırların önlerinde gerili iplerde şilteler, yorganlar havalanıyor, giysiler kurutuluyor yer yer. Gündelik ev hali devam ediyor.
Yol kenarlarında yere çökmüş kadınlar, dizlerinin içinde dirsekleri, ellerinin içinde yüzleri, düşünedururken gelen geçene bakıyor. Etraflarında ikili üçlü çocuklar, erkekler oyun oynarken kızlar anneleri gibi yapıyor. Çok fazla çocuk yok ortalıkta, bu saatte okulda olmalılar.
Tepenin tam üzerinde, kampın ortasındaki görev çadırları ve idari bölüme geliyoruz. Müdür bey beni bekliyor: ‘Görüşmek isteyince geri çevirmek istemedim, buyrun?’ diyor.
‘İzin konusunu biliyorum, ısrar etmek istemem, yine de eğer mümkünse diye görüşmek istedim; yazının başına bir kare veya görüntüsüz bir röportaj o da mümkün değilse izlenim için bir gezinti olabilir mi?‘
‘Yalnızca üçüncüsü, bir göz atın kısaca.’ diyerek gezinmeme izin verirken görüntü ve röportajın kati surette izne tabi olduğunu yineliyor. ‘O elinizdeki makinenin mesela, dışarıda görünmemesi gerekiyor, BM için bile kurallar böyle…’ der demez makinemi saklıyorum. Kendisi bana eşlik ediyor.
İtfaiye araçları park etmiş idari bölümün bitişiğine. Az ötede bir saha hastanesi var. Her yerde tercümanlar hazır, başları kalabalık. Suriyeli gençler, kadınlar, erkekler, herkesin bir ihtiyacı, bir diyeceği var. Başı oyalı çivit mavisi örtüyle Kürt usulü sarılı bir kadın, üzerinde AFAT yeleği, elinde telsizi, Kürtçe ve Arapça konuşarak sürekli düzenlemeler yapıyor, her ihtiyaç iletiliyor ve her soruna anında çözüm aranıyor. Son derece nizamlı, tertemiz, huzurlu bir kamp burası.
Elektrik, su ve ısınma sorunsuz çözülmüş.
Günde üç öğün yemek çıkıyormuş kampta, ihale yoluyla bir yemek firması çıkarıyormuş yemeği. Aşağıya, çadırlara doğru yerleşmiş kamp okulunda ilk-orta okul ve lise seviyelerinde eğitim veriliyormuş. Ayrıca Kuran kursu, kadınlar için giyim ve kuaförlük kursları da varmış.
BM gözlemcileri geliyorlarmış arada.
‘Peki sivil toplum örgütleri?’ diye soruyorum, şimdiye kadar ilgilenen olmamış.
Giysi ve yiyecek yardımı gönderilmiş ülke içinden ama bu yardımlar üzmüş biraz kamp halkını. Tarihi geçmiş bozuk yiyecekler, eski, yırtık, sökük kıyafetler gönderilmiş buraya, savaştan yersizlikten ve yokluktan kökleri sökük yürekleri yırtık insanlara.
Peki ne olacak diye soruyorum müdür beye, Suriye’de durum düzelecek gibi değil, ne kadar yaşanacak burada?
‘Malum, ülkede savaş var, duruluncaya kadar kalacak bu kamp. Yeşillendiriyoruz şimdi.’
‘Sakinler hep kalacaklar mı sizce?’
‘Suriye’ye dönen bir iki aile oldu yalnızca. İş bulanlar, yerleşecek parası olanlar kamptan ayrılıyor, kalanların bir yere gidecek durumu yok, onları ortada bırakmayacağız.’
Bir mülteci kampındayım, tuhaf.
Her ne kadar gün güneşli olsa ve huzurlu görünse de ortalık, özlemler, burukluk ve belirsizlik var bu yüzlerde, yine de, yeni bir maceranın heves ve umudu da var kimisinde.
Önümden bir aile geçiyor, babanın başında kırmızı beyaz poşusu, annenin başı önünde hiç etrafa bakmıyor, saçları iki yandan örgülü kızın gözü bende.
El sallıyorum, el sallıyor, yürümeye devam ederken duramıyor, habire arkasını dönüyor, yine el sallıyorum, yine el sallıyor, bana çağrılan araba gelene kadar böyle uzaktan vedalaşıyoruz habire.
Şoför yine bir korucu, bir gazi. Onun anlattıkları bir başka acıklı hikaye. Belki başka yazının konusu.
Şu an bu yazıyı yazarken elektrikler kesiliyor Midyat’ta, cümlemi yazıncaya kadar otelin jeneratörü devreye girdi bile ama karşımda ışıkları yanan çadırlar karanlığa gömülüverdi. Hava ayaz. Kampın çocukları şimdi çadırlarında katalitik başında, hem ısınıyor hem aydınlanıyor olmalı… Hah,ışıklar oraya da geldi.
Ben de Van’ı düşünüyorum; oradakiler de iyi mi?
Twitter: @ErenTopcu_