17 Eylül 2015

One minute!

Bu hükümeti sandıkta devirmek dışındaki her seçenek bir kaosu işaret ediyor

Seçmenin yüzde altmışının bu hükümeti istemediğini açıkça belirttiği günden beri kanıyoruz. Korku salarak, insanları ablukaya alarak terör örgütüyle savaşılıyor. Barış için sarf edilen tüm emekler savaş değirmenlerini döndürecek kana yatırıldı, nifak tohumları bu kanla sulanıyor, toprak bu kanla yoğruluyor. Ancak halk, gücün saçtığı bu terörle savaşamıyor, yenilse de yense de mağlup yazılıyor.

Karşımızda ‘yeni’ kitap üzerine ant içmiş bir iktidar var; ülkeyi patlatmadan gitmeyecek. Sivil darbe yaptı iktidar, tekrar tekrar çiğneyerek öğütüyor anayasayı.

Zulüm tasavvur sınırını aştı; güç yetmiyor, kan da istiyor. “Güç benim! Halk benim! Halkın gücü de benim!” diyor, hak hukuk işlemiyor. Kendisinden başka hiçbir şey soluk alsın istemiyor.

“Hem buna engel olup hem de ‘her şeye karışıyor' demek, yağmur altında yürürken ıslanmaktan şikâyet etmekten farksızdır" diyor.

Yani ‘ya sev ya terk et’ diyor. Akla izana sığmaz! Kaçışı yoksa? Tadını çıkaralım istiyor.

Bayram yaklaşırken biz de kurbanlık koyunlar gibi kaderimize razı, sus pus bekliyoruz, elden bir şey gelmiyor. Çaresizlik yoluyla nefrete, nefret zoruyla bölünmeye ve savaşa itiliyoruz.

Görünen o ki 400 vekil çıkarsak da çıkarmasak da varacağımız yer aynı.

Orayı burayı basan azgın kalabalıklar zırhlı polis aracının kapısından açıklama yaparken polis dokunamıyor; müdahale ederse nereye etmiş olacağını biliyor; dahası, onlarla kapı kırıp bayrak asıyor.

İç güvenlik yasası asayişe değilse ne işe yarıyor?

Bir yalan, korku ve nefret imparatorluğunda güç gibi hak hukuk da yalnızca iktidarın tekelinde bir silah olarak halka doğrultuluyor.

Demokrasinin dördüncü gücü basın; halka ulaşanı konuşamıyor, konuşanı halka yaygın olarak ulaşamıyor.

Yandaş basın sussa iyi, düpedüz yalan söylüyor

Devletin haber ajansının mensupları katliam naraları atıyor.

Bu düzen hukuki ve meşru olan her şeyi lehine kullanırken demokratik haklar yalnızca ağzından salyalar akıtarak kan kokusu süren bir kitlenin elinde. Kötülük organize ama karşısında organize olunamıyor. Bırakın hakkı hukuku, şuura sığmaz şekilde kuşatıldık.

Doğuda meşruiyeti olmayan bir savaş var; her yerde sokağa çıkma yasağı, köyler boşaltılıyor.

Anayasanın 120-122. maddeleriyle sıkıyönetim/olağanüstü hale geçilmeden İl İdaresi Kanunu hükümleri uyarınca sokağa çıkma yasağına gidilemez. Sokağa çıkma yasağı ile halka yetkili olmayan mercilerce kanunsuz ceza veriliyor. Yaşam aç, susuz, elektriksiz, tabipsiz ve hapis bırakılıyor. Gaz odalarına tıkılmışçasına imha edilmek istenen bir şehir dolusu halk dışarı çıkamıyor, ölümden kaçamıyor.

Ehliyeti olmayan iktidar hürriyeti tahdit suçu işliyor.

Cumhurun başkanının danışmanı ‘gebertilen teröristler’ diyebiliyor. Mensupları ve ele geçirdiği tüm organlarla, devlet nefret suçu işliyor.

SA’ları, muhbir muhtarları ve mahalle kapolarıyla, şehir büyüklüğünde ölüm odalarıyla ‘Yeni’ Dünya Savaşı Almanyasına doğru gidiyor Türkiye. Gelen haberlere göre adeta Auschwitz gibi Cizre.

Seçmen yılgın, seçmen sürgün; hakikat aşkına; hangi demokrasiden söz ediliyor?

Demokrasi süreci bitmiştir.

 

*

 

Buraya neden ve nasıl geldiğimizi biliyoruz; gösterilen gerekçe PKK’nın üniformalılara savaş açmış olması.

Öyle çok soru var ki…

Hakikat aşkına; göz göre göre katliama sürüklenen ve ölen askerin sayısı telaffuz edilemezken 2000 teröristin çetelesini tutabilen bir istihbarat kime daha yakındır? Orduya mı?

Veya neden YPG’nin kalesi Cizre? IŞİD temizlendi mi? Özel Harekatçılar kimdi? Neden şehir açılmadan oradan ayrıldılar?

IŞİD gibi bir tehlike varsa bu devlet neden onunla savaşabilecek gücü yok etmek istiyor?

Sonra IŞİD ne oldu? Sesi soluğu çıkmıyor; operasyon bitti mi?

Çözüm süreci işlemiş ve mesele masada çözülmüş olsaydı, gerilla silah bırakmış veya bırakmamış, devletle savaşmak yerine onunla birlikte IŞİD’e karşı savaşsaydı ortada sorun kalır mıydı? Naif bir düşünce mi?

Herhalde öyle ki, iktidar çözüm yerine kolluk gücüyle sivil halka ateş açıyor. “Sokağa kim çıkarsa vurulur!” diyor. Çocuklar vuruluyor.

Esad’ın yaptığından farkı şu; tüm bunlar hükümetsiz bir ülkede meclis onayı olmaksızın yapılıyor.

Bu kez at arabalarının, panzerlerin ardında sürüklenmiyorsa ölüm, ‘ibret-i alem olsun’ diye hayvan leşi gibi ortaya atılıyor.

IŞİD’in yaptığından farkı şu; yapılan devlet eliyle yapılıyor.

İşte ‘bu devlet’ IŞİD’e karşı savaşıyor!

Özgürlükler şövalyesi ABD ses etmiyor. Neden?

Henüz özgürleştirecek kadar kanatılamadı mı bu memleket?

Bu çatışma kime iyi geliyor?

Yoksa bölge de Suriye gibi insansızlaştırılmak mı isteniyor?

Bu savaş PKK’ya karşı değil, bu savaş teröre karşı değil, bu savaş Kürtlere karşı da değil; bu savaş halkı çaresizleştirmek ve iktidara mecbur etmek üzere Türkiye’ye açılmış bir savaştır.

İsyankâr bir klavye sürüsü tek adamı yazıyor, herkes ona çatıyor ama bu durumdan tek bir zattı mesul tutmaktan vazgeçmeliyiz; kendisi desteksiz değildir.

Karşımızda güce ve bunun gerektirdiği kana doymayan bir düzen var; savaş değirmenlerini döndürmeye kan, kan için çatışma, çatışma için dikta gerek; ne özgürlük, ne barış ne de insanla ilgilenen yok.

Milliyetçi, ulusalcı vatanseverler bilmeliler ki vatanseverlik toprakseverlik değildir. Vatanseverlik vatanın insanını sevmekten geçer. Toprakseverlik ise toprağa karışacaksa canı bile yok sayan bir zihniyetin sevgiyle yan yana gelemeyecek hastalığıdır.

Toprakseverler de bilmeliler ki yürütülen mücadelenin toprak bütünlüğü için ve bölünme tehlikesine karşı olduğu savı gerçekten uzaktır.

Bölünmek istemiyorsak bölünmek istenen parçamıza sarılmalıyız.

Bugün Orta Doğu’nun yenilenmesi dikta rejimleriyle yaratılan uzun süreli belirsizlik ve kaos ortamı yoluyla yapılmaktadır. Bunun örnekleri Ortadoğu’dan Kuzey Afrika’ya kadar önümüzde serilidir.

George W. Bush’un 11.09.1990 ve 20.09.2001’de yaptığı iki konuşma son derece açıktır, bu iki konuşma bölgedeki karmaşanın sebebini ve yöntemini de alenen beyan eder.

 

11.09.1990

“Önümüzde, kendimiz ve gelecek nesiller için, elverişli milletleri yöneten orman kanunlarının değil, kanunların hüküm sürdüğü yeni bir dünya düzenine biçim vermek üzere bir fırsat var.

Başarıya ulaştığımız zaman -ki ulaşacağız-, muhteşem Birleşik Devletler’in, barışı koruma söylemini kullanarak, Amerika Birleşik Devletleri’nin kurucuları tarafından vaat edilmiş ‘Yeni Dünya Düzeni’ görüsünün gerçekleştirilebileceği gerçek bir şansa sahibiz.”

 

20.09.2001

“Tepkimiz ani misillemeler ve yalıtılmış darbelerden fazlasını içerecek. Amerikalılar geçmişte gördüğümüz savaşlardan ziyade, televizyonlardan izlenebilecek dramatik darbeler ve ‘başarıları dahi gizli operasyonlar’ içeren uzun süreli bir kampanya ummalıdır.

Teröristleri köklerinden mahrum ederek ne huzurları ne de sığınakları kalıncaya dek aç bırakacağız. Onları birbirlerinin karşısına dikecek, terörizme yardım ve yataklık eden milletleri takip edeceğiz.

Bugün her bölgede, her milletin vereceği bir karar vardır: ‘bizimle misiniz yoksa teröristlerle mi?’

Bugün itibariyle terörizmin yanında duran veya desteklemeye devam eden her millet, Amerika Birleşik Devletleri tarafından düşman rejim varsayılacaktır.”

Çok açık değil mi?

Türkiye ulusal ve uluslararası hukuku ihlal eden bir dikta rejimiyle kaosa sürükleniyor. Bu rejim hem ihlale teşvik ediliyor hem de ihlalle tehdit ediliyor; hem destekleniyor, hem köstekleniyor. Bu gerçeği görmek zorundayız.

Bu gerçeği dillendirmek sadece ulusalcı, milliyetçi ve sol kanatlara bırakılmamalıdır. Bu, bölünmeye çanak tutacak en büyük hata olur. Birleşmek için muazzam bir fırsat olan Kürt siyaseti bu tabloyu kızıştırmak için ortaya atılmış ve harcanmış olur. Kürt siyaseti üzerinden barışa ve insana karşı açılan bu savaşta savaşılanın yanında durmalıyız.

Bu hükümeti sandıkta devirmek dışındaki her seçenek bir kaosu işaret ediyor. Böyle bir kaos Türkiye’ye Suriye tablosunun yolunu açar. Türkiye buna zorlanmaktadır. Bu komploya eşlik edemeyiz.

Koşullar bu doğrultuda değiştiğinde ne basın, ne yandaş basın ne de susarak kaçılabileceğini zanneden, karmaşayı görmemek için hayale sarılan kitleler kendilerini sonsuza dek yalıtabilirler.

Konuşmaktan çekinmeden, eşimizle, dostumuzla, bakkalımızla, müstahdemle, şoförle; konuşmalıyız; aklımız karışıksa, fikrimiz varsa ya da yoksa dinlemeli, dinletmeli ve anlaşmalıyız. Yalnızca ‘öteki’ ile değil birbirimizle de barışmalıyız.

Önümüzde yeniden demokrasi için bir şans var; bunun pahası ne olursa olsun demokratik haklara, barışa, insana ve yaşama saldırının karşısında savaşın karşısındaki seçenekte ve birlikte durmak zorundayız.

Hukuka ve çözüm sürecine geri dönmek zorundayız. Bunun için ulusal ve uluslararası tüm meşru yolları sonuna kadar hep birlikte zorlamalıyız. Doğudaki kardeşlerimizin ve Kürt halkının siyasi temsilinin arkasında olmak zorundayız. Bu, Türkiye için umut vaat eden TEK şanstır, bu birleşmek için bir fırsattır ve geri dönüş için son şanstır.

Yoksa; ister kabul edilsin ister edilmesin ‘halkın gücü’ kalmayacaktır. Türkiye'nin yönetim sistemi ‘bu anlamda’ değişecek, ‘yeni’ düzen monarşi olacaktır; tek bir sandık, tek bir din, tek bir oluş şekli ve tek bir gerçeklik kalacaktır; paralele paralel olan.  

Sonra yapılması gereken bu paralel durumun Yeni Dünya Düzeni’nce ‘özgürleştirilmesi’ olmasın.

 

 

 

Yazarın Diğer Yazıları

Galatasaray Lisesi’nde tacizin marka değeri var mıdır?

Kol kırılır yen içinde kalır; peki yen de yırtıldıysa?

Bütün bunlar Snowden'ın hain olduğunu ispatlar mı?

Snowden tweet attı, kış geldi, Arap Baharı 6. sezon yaklaşıyor...

'Oku' diye başlayan kitabı 'okuma' diye noktalayan zihniyet

Hiçbir can, hiçbir uğurda feda olmak zorunda değildir

"
"