30 Mayıs 2014

Kuşbakışı bir Gezi

Hatırlarsınız, Gezi’de olanlar çok tuhaftı.

Hatırlarsınız, Gezi’de olanlar çok tuhaftı.

Sistemin dünya çapında en güçlü uyuşturucuları bumerang gibi sisteme karşı döndü. Futbol, internet, işsizlik, cinsiyetçilik, çapulculuk gerisin geri kendilerini yaratan sistemi vuruyordu. Hareket internet yoluyla yayılıyor, onca genç işsiz olduğu için parkı tutabiliyor, eşcinseller bayraklarıyla ve sistemin metalaştırdığı kadınlar çıplak bedenleriyle harekete destek veriyor, futbol sisteme karşı dimdik duruyordu. Polisin barikatları bile polise karşı barikat oluyordu.

Adeta bir ironi destanıydı Gezi. Sanki rüzgar tersten esiyor, insanı bin bir oyalamacayla etkisizleştiren gücün silahları kendisine çevriliyordu.

Gezi boyu beni en etkileyen durum bu olmuştu.

Öte yandan, belki bunda şaşılacak birşey yoktu, çünkü Müslümanların Müslümanları, diktatörlerin diktatörleri, radikallerin radikalleri kırdığı fizik düzlemde hep olduğu gibi, benzere benzer cevap veriyordu. Tıpkı kanser gibi, kendi hücreleri vuruyordu sistemi.

Peki sistem, koca cüssesi ve uzuvlarıyla yenilgiye kucak açar mıydı?

Dünyanın türlü devrimlerinde açmadığı gibi, günün benzer dalgalarında, mesela Arap Baharı’nda açmıyordu. Güçler orantısız olduğundan, bu tepkime uzadığında eski sahip geri dönüyordu.

O halde bu hareket de emperyalizmin oyuncağı ve Türkiye de Mısır hatta Suriye olur muydu?

Terazinin kefelerinin tepkimesine bağlı olarak olabilirdi pekâlâ; ağır kefe malum, sistem, devam edilirse denge orada durabilirdi, ya da şimdilik karşı kefeden inilir, yine güçlü olunca, yeniden binilirdi.

 

Türk Baharı

 

Ayın 11’ini, Taksim Meydanı’na müdahale yapılan günü hatırlıyorum; akşamına yabancı basın: “Buradan Türk Baharı çıkmaz.” diyerek düş kırıklığıyla terk etmişti Gezi’yi.

Evet, Türkiye’den henüz Türk Baharı çıkmadı; Türkiye’de iki taraf karşılıklı tepkileriyle şu ana kadar Orta Doğu ve Kuzey Afrika’dan farklı bir desen çizdi. Fakat göz ardı etmemek gerek ki, biçimsel değil, ‘Gezi ruhu’nun sonucu niteliksel bir farktı bu.

Mısır’da dinlediğim hikayeler ve yaptığım gözlemlerdeki benzerliklerden ötürü çok sorular belirmişti zihnimde.

Çünkü toplumsal basınç oluşturan birikim ve kabul edilemez şiddet yoluyla çekilen bombanın pimi yani, iskeleti itibariyle olayları tırmandıran yöntem Mısır ve Tunus’takine benziyordu.

Gerçekten birileri bir şablon çiziyor, her ülkeye uygun kalıp mı biçiyordu?

Birleşen taraftar grupları, internet kovalamacaları, ‘camide içki içtiler’i ve azınlık cepheleri itibariyle -konjonktürel farklılıklarla birlikte- parçalar çok benziyordu.

Yoksa karşı çıkılan güç kendi organlarını kullanarak, karmaşayı teşvik mi ediyordu?

Peki ya o yürek, çoğumuzun içinde bir atan; kimsenin inkar edemeyeceği gerçeğin nabzı?

Betimlemeleri, bire bir aynı kelimeleri itibariyle tarifler çok benziyordu.

Kısa süre öncesine kadar içim bir direnilene, bir ihtimallere karşı, direnişten direnişe koştu. Zamanla çalkantının posası çöktükçe, fikrim de berraklaştı.

Hepsi birden aynı anda olabilirdi, neden olmasındı? Hiç birisi birbiriyle çelişmediği gibi o yüreğin içtenliğini lağvetmezdi ki bu.

Belki de sistem, belli tetikleri çekerek gerekli karmaşayı yaratacak, daha ufak alt odakları hükümetler, ‘tabiatıyla’ hareketi sindirmek için güç kullanacak, hareketin kaleleri bölünecek, tabii ki maskelerle ele geçirilecekti. Türlü provokasyonla cepheler birer birer itibarsızlaştırılacak ama karmaşa susmayacak, git gide artacaktı. Ordular sınırlara dayanmasa da, silahlar satılacaktı. Zamanında G.W.Bush’un da bildirdiği gibi, terör besletilen ve terörden beslenen kukla hükümetler de birbirinin karşısına dikilerek Orta Doğu’nun kökü kazınacaktı.

 

Dış Mihraklar

 

Biliyorum, Gezi’cilerin çoğunun büyüyü bozacak hiç bir önermeye tahammülü yok. Oysa Gezi eylemleri pekala dış ve de iç etkilerle ivme almış olabilir. Bu, Gezi hareketinin sporadik doğasını lağvetmez, onu sentetikleştirmez.

Güneş balçıkla sıvanmaz ya; hiç bir önermenin o bir atmış yüreğin haklılığını, gerekliliğini samimiyetini ve niteliğini zedeleyebileceğine inanmıyorum, bu bilinsin isterim.

Bir tek şeyi önemsiyorum; bu hareketin her niyete rağmen bir şeyleri değiştirme şansı varken, karşı durduğu güce alet olma ve meşruluğunu yitirme ihtimalini.

Tüm Müslüman dünyasını aynı yelle kavuran bu işte devlet ve göstericiler dışında bir üçüncü daha olamaz mı? Kimsenin şüphesi yok mu gerçekten?

Çadırları zabıta yakmış; zabıta kendi inisiyatifiyle nasıl cüret edebilir böyle bir hamleye?

Gezi süresince mahkeme aslında sonuçlanmış; niye kimse duyurmadı ve devam etti mücadele?

Veya kimse sormuyor mu hakikaten; nasıl bir tesadüfle hep Alevi çocuklar ölüyor diye?

Gerçekten birileri arı kovanına çomak sokuyor olamaz mı? Suriye’deki ilk gösterilerde söz edilen devlet ve göstericiler dışındaki nişancılardan burada da olamaz mı?

Olabilir diyelim, varılmak istenen amaç adına bu neyi değiştirir? 

“Evet, dış mihraklar, fazi lobisi, biz de tam bundan söz ediyorduk; biz bu oyunu oynamıyoruz demek için buradayız” deyip geçilemez mi?

 

Gezi Ağacı

 

Hakikat neyse mutlak, korku onu ne değiştiriyor ne engelliyor ama korkulanı olduğu gibi korkanı da karanlığa itiyor.

İhtimallere yer vermekse hareketi geçersizleştirmezken resmin bütününü aydınlatarak kaybolmayı önleyebilir.

Fanatiklik çok kötü bir şey, insanın niyeti dünya barışı bile olsa öyle; fanatik insan inandığı şeyi hafifçe sarsarak doğru yere oturtacak hareketleri dahi düşman görürken, sağduyuyu ve hakikati yitiriyor. Bunları yitirdiğinde sırayla haklılığını, saygınlığını ve gücünü de yitiriyor.

Bakış açısını en genişe yaymak yerine, reddetmeyi ve taraf olmayı seçerek belki de hakikatten uzaklaşıyoruz. Geniş görmek için karmaşadan yukarı doğru mesafe almak istememek, bireysel seçim ve taraf olmak arasındaki hattı çizememek kitlelerin en büyük tuzağı. Gezi'nin de tuzağı budur.

Bu sebeple özellikle Gezi kitlesi için geniş bir ufukla yol almayı elzem buluyorum. Oysa çok tehlikeli bir eğilim görüyorum.

Artık kim bu işte bir iş olabilir demeye kalksa Gezi’ciler saldırıyor; aldatılmışlık ve çaresizlik duygusu insanı saldırganlaştırıyor, belki de bu yüzden, ‘balık baştan kokar’ deyimini doğrularcasına faşist bir zihniyet yayılıyor tabana. Anlaşılır ki her devinimi ele geçirmeye kadir orantısız bir organize gücün karşısında, çaresizliği iliklerinde hissetmek korkusunun uzantısı bu hızlı red, anlaşılabilir ama kabul edilmesi sakıncalı olur.

Kendisi gibi düşünmediğini ‘zannettiği’ ‘bir tür’ muhalefetin, her tür farklı önermenin, hatta tarafsızlığın kokusunu aldığı gibi anlamayı reddederek düşman addeden, hakikate göz atmayı ve bunu paylaşmayı deneyeni komplekslendiren bir tutum bu.

Karşı düşünce bir yana, Gezi’yi belirgin şekilde savunmayan, hatta savunsa dahi tarafsız ve geniş kalmak isteyen bir bakışa, düşünceye tahammülü olmayan bir tutum. Öyle değil ya, öyle zannediliyor çoğu kez; ‘kendisinden olmayan’a yeri yok.

Ama bu özgürlüğün ruhu değil ki; kendisi gibi olmayana yaşam vermeyen karşıtın ruhu…

Böylece kendisine sunulan taraf olma zokalarının değil birini, her birini yutuyor bu kesim kitle, git gide alt gruplarını oluşturarak.

Aynı toprağa köklerini salmış bir gövdeyken Gezi kitlesi, şimdi dallarına ayrılıyor; ulusalcı olanlar ve olmayanlar, kamusalcı olanlar ve olmayanlar, Kürtlere yeri olanlar ve olmayanlar, dindar olanlar ve olmayanlar, her pahasına barışçı olanlar ve kötülerle asla barışmayacaklar.

Eyvah! Dallarını ışığa uzatıp, sınırsız gökyüzünü kucaklayarak toprağa kök salan bir anıt olabilecekken, hava sızan noktaları çatlayarak kuruyan bir heykel gibi, sanki suyu buharlaştığında orta yerinden çatırdayıverecek bin bir parçaya Gezi ağacı.

Ve toprak onu beslemeyi kesti kesiyor.

Tekrarlayan sonuçsuz, bazen yersiz eylemler ve şiddet karşısında artan pasif şiddet sonucu, Gezi’nin ruhuna hayran olmuş kalabalığın bir bölümü işe provokatörlerin karıştığına ikna oldu, çekildi bile. Memurlar ve aile semti sakinleri vergileriyle aldıkları şehir mobilyalarına yandı. Kürtlerin başı çekmesinden rahatsız olanlar var. Müslüman Kardeşliği’nin antikapitalisti hakkında geleceğe dair şüpheleri olanlar var. Polisle ebediyen küs olacak olanlar var. Olabilir, hepsinde bir miktar haklılık payı var.

Çünkü hatırlamak gereken birşey var, Gezi’ye sevgi ve barışla vardığımız gibi buraya korku ve öfkeyle geldik; Gezi’yi Gezi yapan birlikte olmaktı, hep birlikte, her şeye karşın şiddetsizce birlikte.

Bütün bu taraftarlığın fikre dökülmemesiydi oradaki deneyimin güzelliği, herkesin kökenini, inancını, fikrini birbirine dayatmadan, hatta anlatmadan, ama apaçık yaşayabilmiş olmasıydı.

Karşıt fikre sinirlenmek bir yana, ondan mizah yapılmış olması ve tüm bunların olabilmesi için bölünmemiş olunmasıydı.

Oysa bölmek, sevginin ruhu değil ki; öteleyerek sevgisizleştiren karşıtın ruhu…

Gezi’nin merkez alanı temizlendiği gibi, korku bürüdü belki herkesi.

Sanki toprak kaybedilmiş, yurtsuz kalınmışçasına bir telaş bürüdü. Korku, bölmenin en iyi silahıydı ve ayrı düşüldü.

Hedefe karşı nefret öylesine göz bürüdü ki, ona yakın olan her şeye karşı, karşı olan her şeye yakın duruluyor.

Haklı ve haksız, yerli ve yersiz terazisi kırıldı. İnanılmaz bir şüphe dalgası sardı herkesi, her ufak hareket tehdit algılanıyor. Başörtülerinin güneşi örteceğinden, kelimelere sığdırılmış yeminin kaldırılmasıyla kelimelerin içindekini yanında götüreceğinden korktuk ve hala parça parça bölünmeye devam ediyoruz.

Bu birliğin ruhu değil ki; çeşitliliğe yaşam vermeyen karşıtın ruhu…

Oysa ne kaybedilmiş ne de kaybedilecek bir şey var; bir gün, yine vakti geldiğinde hakikate cevap verecek yüreğin var olduğunu görmekti Gezi’nin asıl kazancı; bence insanlık için koca bir devrim adımı.

Duygusal çırpınışlarla, bazen sadece hayır demek için her şeye hayır demek, barış için bir düşmana ihtiyaç duymak, şiddet ve kayıpla haklılığa paha biçmek, karşıtın tuzağına sürüyor bizi.

Bir kısmımız kayıp verdikçe dava kıymetlenecek sanıyor; dava yeterince kıymetli, şiddet yeterince açık, fazlasına gerek var mı?

Telaşa kapılmadan, bölünmeden her şeye ve her kişiye yer açarak, sakin ve inançlı kalabilmek gerek. Şimdilik, sakinleşip o güne, o ruha dönmek ve inanmak gerek, hepimizi tek yürek yapmış olan o dalganın gücüne; vakti geldiğinde, daha büyük birleşecek.

Devrim yapılmasın demiyorum, devrilmeyelim diyorum. Çünkü, sistem gibi bir güçle ‘inatlaşarak’ yapılabilmiş bir devrim yok; aynı dili eş koşullarda konuşmadıkça bunun mümkünü de yok. Sistem, güç organlarını kullanmaktan çekinmiyor, şiddetse onun için yalnızca müdahalesini meşrulaştıracağı bir gerekçe.

Bir gün olacaksa devrim, hükümetler ve ordularla inatlaşarak olmayacak. Belki de devrim halkların devrimi olmayacak, insanlığınki olacak. Bu yüzden Gandhi’nin: “Dünyada görmeyi dilediğin değişim sen ol.” dediği gibi; vakti beklerken biz, önce  bireysel devrimler yapmak için uğraşmalıyız. İçimizdeki faşizmi, tarafları, eşitsizliği ayıklamaya bakmalıyız.

Ben eylemsizliğe inanan bir barış kelebeği değilim, doğru zamanda doğru şekilde harekete geçmenin gereğine ve etkisine inanıyorum. Gezi bu sebeple güzeldi, ama hatırlarsak:

" Olay şiddet kullanmaya dönüşmeye başladığı zaman, sistemin oyununa geliyorsunuz demektir. Yerleşik düzen sizi kavgaya sokmak için kızdırmaya çalışacak, sakalınızı çekecek, yüzünüze fiske atacaktır. Çünkü, siz bir kere şiddete baş vurduktan sonra, sizinle nasıl baş edeceklerini bilirler. Nasıl baş edeceklerini bilemedikleri tek şey; şiddet dışı eylemler ve mizahtır. "

John Lennon

 

*Yazı Ekim 2013’te yazılmış ama gündem çok hareketlenince bir kenarda kalmıştı. Şimdi vakti geldiğini düşündüm.

@ErenTopcu_

Yazarın Diğer Yazıları

Galatasaray Lisesi’nde tacizin marka değeri var mıdır?

Kol kırılır yen içinde kalır; peki yen de yırtıldıysa?

Bütün bunlar Snowden'ın hain olduğunu ispatlar mı?

Snowden tweet attı, kış geldi, Arap Baharı 6. sezon yaklaşıyor...

'Oku' diye başlayan kitabı 'okuma' diye noktalayan zihniyet

Hiçbir can, hiçbir uğurda feda olmak zorunda değildir

"
"