Herkes tatlı ve derin uykularının kozasına çekildiğinde, ormanda uzun yürüyüşler yapabileceğim bir arkadaşım yok. Beni derinden etkileyen bir kitabı elimden bıraktığımda, düşüncelerimi paylaşabileceğim kimsem yok. Muhteşem bir sonbahar gününün ışıkları kalbimi ısıtıp içimi sevinçle doldurduğunda ruhumu açabileceğim kimse de.*
Böyle yapayalnız hissediyordu bilge…
Üstelik onu derinden etkileyen ‘kitaplar’ çok eski zamanlarda kalmıştı; değil sonbahar, yazın kavurucu ışınları bile sızamıyordu yüreğinden içeri, büsbütün beter hissediyordu.
Halbuki öyle değildi, hiç de yalnız değildi; bedeninin her hücresini ele geçiren, onu parça parça kemiren meret git gide ülkesini de ele geçiriyor, kendisiyle beraber yapayalnız bir uçurumun kenarına sürüklüyordu; bilmiyordu.
Oysa bilgeydi, hemen her şeyi bilirdi… En iyi o bilirdi, lakin kendisini parçalayan meretin de ‘ego’ olduğunu bilir miydi, bilmiyorum.
Öyle derler bu meret için; ‘egonun hastalığıdır kanser’ derler; ‘ayrılık bilinci’ parçalar, böler, yer bitirir insanı derler; egonun da kendisini bütünden farklı zanneden hastalanmış hücre gibi ha bire kendisini çoğalttığını söylerler.
Baktı ki yok oluyordu, bir ara anlar gibi oldu. Ama bu uzun sürmedi.
Çünkü korkuyordu, çok korkuyordu. Neden korktuğunu da en iyi o biliyordu ama en çok neden korktuğunu ayırt edemiyordu.
Memleketin yangına dönmesi miydi en kötüsü? Yıllardır yanı başında beslediği kargalar şimdi gözünü istiyordu. Yangınla kalsa iyi, dahası, değirmenin suyu da yanacaktı değirmenle, kül olacaktı mini mini kutucuklarda sakladığı kara elmaslar.
Yoksa soy sülale hücre mi daha kötüydü? Hangisi daha fenaydı bilemiyor, artık düşünemiyordu. İkisinin de pimini büyük bilge çekecekti… Hangisini seçecekti; bu çıkmazdan nasıl çıkacak, iki ucu uçurum köprüden nereye inecekti? Önünü göremiyordu, karmakarışıktı kafası… Eskisi gibi ortalarda görünmüyordu.
Hele son günlerde, bunca derdi yetmezmiş gibi öyle bir dert sarmıştı ki başını sormayın. Hani dağdaki bilge şehirdeki bilge kıssalarında anlatıldığı misal, ama tam tersi; dağdan gelmiş bağdakini kovuyordu sanki bu baş belası, böyle hissediyordu.
Adam hem zeki hem efendi insandı Allah için, ne dağı övüyor ne bağa öykünüyordu, dahası ne bilgelik ne de horozluk taslıyordu. Bilgenin kırdığı kalpleri onararak kalpleri çalıyordu; çalıyordu ama çalmıyordu öte yandan, rızayla diyelim; gönülden alıyordu. ‘Ben’ yerine ‘biz’ diyor ve barış istiyordu.
İşte tam da bu yüzden ‘Egolarını bir kenara bırakması gerektiğini, “Ben’’ değil “Biz” demesi gerektiğini’ hemencecik unutmuştu bilge.
Yalnız bir tek bilge değildi kolay unutan, onunkisi anlaşılırdı, çok taze gelmiş, yerleşemeden yitmişti bu yeni bilgelik; oturduğu koltuğa nasıl oturduğunu unutanlar da vardı… Öyle güçlüydü ki saltanatın ihtişamı, meclisi açarken egodan dem vuranlar oturdukları koltuktan kalkmadan sözünü unutuveriyordu; “sayın başkanım” denildiği gibi düşürüveriyordu ağzından peyniri… Yine de, melek kalırdı bunlar… La Fontaine’vari bir masaldı adeta ortam; leş kargaları vardı etrafta, beslenmek için kan kokusu bekleyen sırtlanlar ve çakallar vardı.
Dedik ya, yalnız değildi bilge… hiç de yalnız değildi.
“Güvercin uçuracağız…” diyenler vardı, “…pisti ver anlaşalım”; “kitaba…” diyenler vardı, “…el bas, güvercini sat anlaşalım”.
Fena sıkışmıştı, görüyordu, yolun sonuydu gelen; ne koparsa kardı artık hayattan… Herkes Brütüs olmuş, fena kıstırılmıştı.
Neron gibi mi yapsaydı? Acaba…
Lakin basıp gidemiyordu ‘Bir daha da gelmem!’ diye… Ama ‘bir dakika’… evet! Öyle yapacaktı; topyekün yakacaktı fakat bir yere kaçmayacaktı.
‘Ego’ydu bu, kolay değil, bildiği tek varoluş… Onu ne yapacaktı? Büyük şeydi üstelik, öylece kenara bırakılacak değersiz bir şey değil; koca, bilge bir ego… Kitap değildi ha dedin mi atasın, işportacı gibi meydanlarda sallayarak satasın.
Baktı ki atılmıyor, ‘el altından’ satacaktı. Sattığında egosu kalmayacak ‘Satan Bilge’ olacaktı.
Bilemem kime sattı -ruhunu sattığı yere diyenler var-, bilmem kaç para etti ama görünen o ki alan memnun satan memnun kaldı alışverişten. İşin aslı alan veren de yoktu ya, maksat dostlar alışverişte bilsin; memleketin bu meretle savaşamayacak kadar az kalmış hücresinden gayri kimse kuruş ödememişti.
Bir de güvercin ödemişti.
Böylelikle uçurumun kıyısına geldiler. Kolu kanadı kırıktı güvercinin, kan revan içinde aşağı bakıyordu; pistlerden güvercin kılığında kartallar havalanıyordu. Daireler çizerken yukarıda akbabalar, güvercin can çekişiyordu.
O da yalnız değildi pek yazık; ormanlar kralı ölüyordu Afrika’da onunla ve her yürekteki aslan da ölüyordu yavaştan. Konulacak dallar alev alev yanıyordu dört yanda; gezegenin yüreği kan ağlıyordu.
Ancak ne sırtlanlar, ne çakallar, ne de akbabalar biliyordu; bastıkları son dalı da keserken, uçurumun dibinde açlık, kuraklık ve ölüm onları da bekliyordu.
@ErenTopcu_
* Ferrari’sini Satan Bilge, Robin Sharma