Adeviyye’de son Cuma, sırtım sahnenin ön duvarında, doğrultuyorum objektifi kayda değer her harekete.
Daha o günden katledilmişcesine acıklı bir hezeyan havada, ellerde Kur’an-ı Kerim ve seccadeler, bir histeri yaşanıyor meydanda.
Duygu numuneleri alan bir laborant kayıtsızlığıyla dolaşırken duyguya karşı zırhlıyım. Ait hissetmiyorum bu ruha.
O sıra bir şarkı çalıyor, yoksa ilahi mi, emin değilim.
İki melodinin sürekli tekrarında akıyor mısralar ve yineledikçe bir şeyler oluyor içimde.
Karşımda binlerce insan, dayanılmaz sıcağın altında, kah yüzlerini siliyor, kah dansediyor. Demokrasi ya da şeriat, güneşin altında büzüşmüş acılı ifadelerin gerisinde neye inanıyorlarsa belli ki ona gerçekten ve ölesiye inanıyorlar.
Elimde değil birşey yapmak, duraksıyorum istemsiz, düşüyor elim objektifin ağırlığıyla, gözlerim kalabalığa kilitleniyor.
Dalgın bakışlarımın derininde, çaresiz bir his uyanıyor yüreğimde.
Hemen zihnim yakalıyor içime damlayan bir damla bilinci, eviriyor, çeviriyor; bu meydan, diyor, inanç, bu halk, diyor, oyun, cehalet, sürüler ve içtenlik ve iman, ne olacak, diyor, ne olacak? O kavramları öğütürken dalıp gitmiş gözlerim doluveriyor.
Kaderi bilirmişçesine bir damla süzülüyor tek gözümden.
Adeviyye’de başı açık bir kadınım, elimde bir kamera, herkesin gözü üzerimde en ön sırada. Dikkati büsbütün toplamak için yeterince uzun durdum donakalmış, ve şimdi çırılçıplağım, az kalsın binlerin önünde ağlayacağım.
Önüme eğiyorum başımı, duvarın dibinden süzülerek usulca, camiye giriyorum, güvenliği geçip sahneye çıkana kadar toparlanıveriyorum.
Devam ediyorum çekmeye, dört parmak yok henüz ortada. Zafer işaretleri, Mısır bayrakları, seccadeler, arapça yazılı yeşil baş bantları ve Mursi posterleri çekip çekebileceğim.
Kalabalığı dolaşıyorum tele ile ve bir an duraksıyorum; simsiyah burkanın içerisinde bir figür, korkuluk kadar sabit, bir Mısır bayrağı iki yanından sarkıyor başının, gözleri görünmüyor kadının, ve tepesinde bir kasket, "Titanic” yazıyor üzerinde. Eyvah! Diyorum, batacak mı bu gemi?
Şarkının melodisi aklıma kazınıyor.
***
Türkiye’deyim, gemi battı Adeviyye’de.
Haber seyrediyorum.
Asma’nın babasının şiiri akıyor ekranda, fonda beni ağlatan şarkı.
İçimize bilinç düştüğünde, göremeden geçtiğimiz ne çok uyanış var kim bilir, olacağın habercisi atmosferde.
Nitekim baba ve kız da buluşuyorlar rüyada, yaklaşmış kaderi karşılamak üzere.
Duyana sivrisinek saz duymayana davul zurna az ya, ruhu şad olsun, bir daha görmeyeceği babasına veda etmeye geldiğinde Asma, baba düğün sanıyor vedayı.
İşte böyledir bilinç, ne kadar içtense kişi o kadar perdesiz verir zihin ayan beyan geleni rüyaya, ve ne kadar gelse de ayan beyan bilgi insan kıvamınca görür her şeyi, ayıkken olduğu gibi.
Şiir akıyor, Asma’yı okuyorum.
“Tüm engelleri reddederek hürriyete sınırsızca aşık oldun”
diyor, hürriyeti, tüm kadınlarla birlikte kızını da hapse alacak düzenin özgür yaşanması sanan baba.
“Bu ümmet uygarlıkta hakettiği yeri alabilsin diye, onu yeniden diriltmek ve inşa etmek için sessizce yeni ufuklar arıyordun” diyor Asma’ya.
Öyle ya, tanrı’nın yeryüzündeki gölgesidir pek çok kız evlat için baba;
Belki de babasının davasına hapsolmuş bir kız evlat Asma, sessizce yeni ufuklar arayan ona yanaşmak adına.
Son olarak “Sen bizimle olduğunda bile bizden ayrısın.” diyor babasına, ilgisine değebileceği tek alan olan davanın meydanında.
Bir an, “Canına değmesi boşuna değildir bu acının, düştüğü yeri yakmadan ateş, anlayış gelmiyor işte, sen de neye çanak tuttuğunu ancak böyle anlayacaksın belki de.” diyecek oluyorum; hayatta hiç bir şey boş yere yaşanmaz ya.
Fakat, baba canına düşen ateşin yandığı yere varmamış belli ki, “Kızımın göğsüne değen gaddar kurşunlara kucak açan biraz da ben değil miydim?” diye sormuyor.
Allah’tan temenni ettiği şehadeti kendisi tastikledikten sonra davasında haklı olduğu inancı iyice pekişiyor, adeta içi serinliyor
ve ne ölümden ne de karanlık hücrelerden korktuğundan değil, kaldığı yerden, kızının uğruna canını verdiği davayı sürdürmek için cenazeye de gitmiyor.
Takdiri yalnız Allah’a mahsus cenneti kendine çoktan yazmış, kısa zamanda orada görüşmek üzere Asma’yı uğurluyor.
Öbür dünyaya erteleniyor yaşamın biricik neşesi.
“Cennete gitmek isteyenlerin cehenneme çevirdiği bir dünyadayız.” yazılı bir resim geliyor aklıma.
Şehit savaşta olunduğundan, ümmet de Müslüman, anlıyoruz ki dava şeriat, direniş ise demokrasi değil cihad içinmiş meğer.
Yine de “Şehadet şerefini bize değil de sana bağışladı.” derken babası, ona katılıyorum; sevgi için yüzlerce farklı formülle verilen insanlık savaşının şehidi belki de Asma.
***
Başbakan beliriyor, parmakları gözlerinde.
Ağlıyor, üzülüyorum. Keskin bir dikkatle yüzünü süzüyorum, gerçekten ağlıyor, görebiliyorum.
Konuşmaya başlıyor ve düşüveriyor kabulüm.
Adeviyye’deydim, sonuna kadar açıldı meydanın kapıları pasaportuma. İki yüzlü hissetmeye dayanamadığımdan, ülkemin desteği sebebiyle şahsıma tutulan alkışı üzerime alamadığım gibi, cevabımın peşi sıra düşse de suratlar, desteklemiyorum demekten geri durmadım. Şeriat benim savunabileceğim bir dava değil.
Ama davasına inanan onca insana olabilecekler için aktı gözyaşım.
Türkiye’de ve ilk devrimden bu yana Mısır’da yiten onca cana üzüldüğüm gibi ve o kadar üzülüyorum Asma’ya da, ne daha az, ne daha fazla.
Oysa Başbakan… ne Asma’ya ne de yiten onca cana ağlıyor;
bir suçluluk duygusu sanki onunkisi, bir babanın kavgası üzerinden kızına ayıramadığı vakit sebebiyle özdeşleştiği.
Halbuki suçluluk yok diğer babada, üstelik mağrur şiirsel duygusallığının arkasında.
O halde Başbakan neye ağlıyor, yoksa bu babanınki ile kendi kavgasını mı eş tutuyor?
O ağladıkça üzülüyorum, yiten onca evladın babasını anlayamamasına, -Mısır’da bundan önce yiten gençler de Müslümandı, hepsi namazında niyazında, onlarla dahi değil- ancak İslami cihad lideri bir babanın kavgası ile empati kurabiliyor olmasına.
Aynı başbantları, aynı bayrak, aynı kostümler.
İki parmak dört oldu, Adeviyye hayalet gemi gibi Saraçhane ‘de yüzüyor.
“Ne Sisi, ne demokrasi, geliyor hilafetin sesi!” diyor pankartlar.
Demokrasiyi orduya teslim eden Tahrir,
Güçle yalnız kan dökmeyi becerebilen Ordu,
Demokrasiyi şeriata siper eden Adeviyye,
ve bir katliamın akbabası Saraçhane,
koşullar ve gereklilikler ne olursa olsun farklı şekillerde hepsi tarafından ayaklar altına alınıyor demokrasiyle birlikte insanlık.
Gezi susuyor, olmadığı taraftan olmamak adına konduğu tarafta olmaya razı.
Aynı şekilde kabulüm yok Mısır’da olana kayıtsız kalınmasına.
Ümmetçilik insanı param parça yapan, tüm bu karmaşaya çanak tutan.
Belki de kurtuluş için yürünecek tek bir yol var, dinden öte bir iman, dolayısıyla barış için olunacak bir tek taraf var, o da ümmeti insan.