06 Nisan 2016

Barış-Sonrası Türkiye’de tekillik

“Bu-ülkede-bir-savaş-yok-onların-hepsi-terörist” savaşında öldürülen çocuklar...

“… Arada kalmış bir garip değil miyim; ne ölüyüm ne de diri.”
                                       
Antigone, Sophokles. Çev: Anne Carson


Orada büyükçe bir kara kartal heykeli var. Heykel “pazar” ya da “çarşı” olarak adlandırılan yerin tam ortasında. İstanbul’u, ihtişamına tanıklık etmek için ziyaret ettiyseniz, bu çarşıyı muhtemelen görmemişsinizdir.

Beşiktaş’taki bu çarşı, sıradan insanların uğradığı sıradan bir yer. Eğer etrafınızda konuşulan Türkçeyi anlayamıyorsanız, pazar size tam bir saçmalık gibi gelir. Ama eğer ülke geçmişinin alfabesine hâkimseniz, bu çarşı, hapishaneden gelen bir mektup ya da Orta Çağ’dan kalma bir yazıya dönüşür; söyleyecek sözü çok ama kâğıdı kısıtlı.

Çarşılar zamandan ya da bulunduğu ülkeden bağımsız olarak barışın daima hüküm sürdüğü yerlerdir. İnsanlığın acımasız tarihindeki en çetin savaş zamanlarında bile çarşılar bir mola yeri olmaya devam eder.

Ne var ki, kara kartal heykeliyle Beşiktaş Çarşı farklıdır.

Özellikle Gezi Direnişi’nden sonra muhalifler için güvenli bir bölge olmuş ve direnişin sembolü hâline gelmiştir. “Çarşı”, Gezi Direnişi’nin karnavalesk bir biçimde öncülüğünü yapan Beşiktaş Spor Kulübü’nün taraftar topluluğunun da adıdır. Siyasi mizah konusunda ulusal bir marka hâline gelmiş ve 2013 yazında polisle giriştikleri çatışmalarda gösterdikleri direnişle ünlenmişlerdir.

Çarşı grubu “hükümete karşı darbe girişimiyle” suçlandığında ve duruşmaya çağırıldığında sözcüleri hâkime “Eğer darbe yapabilecek kadar güçlü olsaydık, bu gücü en azından bu yılki ligi birincilikle bitirmek için kullanırdık” demiştir. Çünkü Beşiktaş, bütün şans onlardan yana olduğunda bile kaybetmesiyle ün salmış bir takımdır. Böylece taraftarları kaybetmelerine dair bir mizah duygusu geliştirmiştir. Çarşı sembolik bir harf olarak Anarşinin baş harfi A’yı kullanır. Pazardaki dükkânlarda bile o A harfine rastlamanızın sebebi budur. Pazarın tam ortasında gördüğünüz kara kartal ise onların sembolüdür; kartal muhalifleri kanatları altına almaya daima hazırdır. Ellerinde küçük çocukların fotoğraflarını tutan birçok lise öğrencisinin orada durmasının nedenini de bu şekilde açıklamak mümkün.

Fotoğraflardaki yaşı 4 ila 12 arasında değişen çocuklar, ülkede Kürtlerin ağırlıklı olarak yaşadığı bölgede, “bu-ülkede-bir-savaş-yok-onların-hepsi-terörist” savaşında öldürüldüler. Fotoğrafları taşıyan öğrenciler ise ölmedi, yaşıyor; nefes alıyorlar, tahminimce. Sesleri çıkmıyor, slogan atmıyor, sadece nefes alıyorlar. Belki de onlar “ne ölü ne de diri, arada kalmış garipler.”

Çocuklardan biri iki fotoğraf birden tutuyor.

Ölülerin fotoğraflarını tutmak için yeterince diri yok.

Ölüleri gömmek için yeterince Antigone yok.

Belki de tam tersidir: Diğerlerinin görebilmesi için ölü bedenleri ayakta tutabilecek yeterince Antigone yok.

Ne garip bir “arada kalmış” durum, değil mi?

Orada fotoğrafları ellerinde tutarak öylece duruyorlar. Onlar şunu anlamak için henüz çok genç:

Körlük geri dönülmez bir tercihtir. Görmekse güçle bağlantılıdır.

Onlar savaşın kazanan tarafının görme yetisini öldürebileceğini anlayabilmek için fazla genç. Savaş birini öldürmek değil; ölüyü ve hatta diriyi de örtbas etmektir. Bu yüzden çocuklar hem görünmez hem de gün gibi ortada.

Onlar şunu anlayabilmek için henüz çok genç:  

Güç anlamı değiştirir. Güç sana 6 yaşındaki bir çocuğu öldürmenin seni daha güvende hissettireceğini ve daha mutlu edeceğini söyleyebilir. Güç tuhaf bir meseledir. Çarşıdaki kartal heykelinden çok daha kara bir maddeden yapılmadır.

Şu anda heykelin etrafında neler olduğunu anlatayım:

Orta yaşlarda bir kadın tiksinerek, korku içinde arkadaşına dönüyor:

“Teröristleri savunuyorlar! Burada neden hiç polis yok?!”

“Biri polisi arasın! Hemen!”

Genç bir esnaf, yoldan geçerken gençlere bakmak için duraksayan kadınla konuşuyor:

“Şehitlerimizin fotoğraflarını hiç taşımazlar zaten. Askerlerimizi önemsemiyorlar bile, değil mi?”

Kadın öylesine hınçla cevap veriyor ki esnaf bile afallıyor: “Asla! Orospu çocukları!”

Nefretlerinde bir ortaklık bulmuş olmalılar ki birbirlerine gülücük atarak cilveleşiyorlar.

Sokak serserileri oradan geçerken en çirkin küfürleri fısıldıyor ve aralarından biri nefretini göstermek için yere tükürüyor.

Oradan geçen genç bir adam çocukları görür görmez cep telefonunu eline alıyor ve ekranında kayboluyor, oraya bakmamak için adımlarını hızlandırıyor.

Olası linç girişimlerinin sinyalini veren bir atmosfer hâkim, liseli gençler de gitgide artan gerilimin farkında. Gençlerden biri cesaret alabilmek için diğerlerine bakıyor ve fotoğrafı hafifçe indiriyor. Sonrasında utanç ve gurur benliğini ele geçiriyor; fotoğrafı tekrar göğsüne doğru kaldırıyor, dimdik durmaya devam ediyor. Her biri kendilerince belirledikleri zamanın geçmesi için saniyeleri sayıyor.

Sonunda 70’ten fazla kişiden oluşan bir polis ekibi geliyor. Hiçbir uyarıda bulunmadan gençlere saldırıyorlar. Fotoğraflar artık görünürde yok, yere yayılmış ve yırtılmışlar; sonrasında polisler onları özenli bir şekilde topluyor. Genç esnaf ise tüm vatanseverliğini ortaya dökerek polisin gözünden kaçan fotoğrafları topluyor. Çocuklar polis otobüsüne bindiriliyor. Kalabalık ancak o zaman yüksek sesle konuşmaya cesaret edebiliyor. Orta yaşlı kadın otobüse doğru bağırıyor: “Barış içinde yaşamak istiyoruz. Bırakın peşimizi!”

Bir kadın sırtını otobüse dönüyor ve bir “selfie” çekiyor.

Çarşı rutinine geri dönüyor; artık güvenli ve emniyetli. Çarşıda yeniden barış hüküm sürüyor. Barış… ya da siz nasıl tanımlamak isterseniz.

* * *

Yıllar önce barış çanları “borsa” için çalmıştı. Irak’taki işgalin ilk gününde borsa olağanüstü bir yükselişe geçti ve o sabah bir Amerikan generali “borsadaki barışın” bir göstergesi olarak Wall Street’in açılış zilini çaldı. Dünyanın başka bir yeri bombalanırken, borsadaki “barış” kutlandı ve televizyonlardan canlı olarak yayımlandı. Sayısız gazeteci, köşe yazarı ve akademisyen Beşiktaş Çarşı’daki kalabalığa benzer bir hâlde sesini çıkarmaya ancak cesaret edebildi:

“Barış istiyoruz…borsada!”

* * *

Barış, karanlık bir meseledir.

Birçok dükkân ve huzurlu bir şekilde alışveriş yapan insanlarla dolu İstiklal Caddesi’ndeki açılacak bu “barış sonrası sergisine” de barış hâkim.

Peki sanatı barış içindeki bu çarşıda konumlandırmak doğru mu?

İstiklal Caddesi’nin aynı zamanda siyasi bir boyutu olduğunu unutmamak gerek. Gezi Parkı Direnişi’nin tam da burada başlamasını bir kenara atsak bile, caddenin son yıllarda birçok yürüyüşe ve gösteriye tanıklık ettiğini biliyoruz. Öyleyse sanat bu caddenin neresinde duruyor? Bu çarşının sükuneti mi yoksa siyasi taleplerin gürültüsü mü? Veya biz de “ne ölü ne de diri olan, arada kalmış garipler” miyiz?

* * *

Birkaç ay önce, Suriyeli göçmen çocukların ölü bedenleri Ege kıyılarına vururken, bir İtalyan şirketi Amazon’da yeni ürünlerinin reklamını yayımladı. Başlığı “göçmen çocuk modası” idi. İkinci Dünya Savaşı göçmen kostümleri adı altında satılıyorlardı ve kıyafetler hem kız hem erkek çocukları için üretilmişti. Reklam müşterilerin tepkisi sonucunda kaldırıldı.

Sanırım Anne Carson, birkaç ay önce New Yorker’da yayınlanan “1+1” adlı kısa hikâyesindeki şu sözlerde haklıydı:

“Rasyonel gibi sözcükler, nasıl desem, gülünç olmaya başladı. Rasyonel olan artık mürekkep sözcüklerle ilgili, göçmenler, yüzücüler, bencil, lanetli, çoğul gibi. Ama varoluş ve anlam hâlâ tekil olana ait.”

“Savaş-yok-fakat-milyonlarca-yaralı-var” çağında rasyonel olan nedir? Algı ve sanat tekilliğe mi aittir? Sanat sadece tek huzurlu mekân olan çarşıya mı aittir?

Sanat –bildiğimiz üzere-– kaçınılmazdır.

Sanat –farz edelim ki– bitmek tükenmek bilmez.

Cabaret müzikalinde söyledikleri gibi:

“izin vermemeli kaderin habercisinin

bütün mutluluğu silmesine

hayat bir kabaredir dostum

sen de katıl bu kabareye!”

Biz tekilleşmiş ve sürekli arada kalmış bir hâldeyiz, sanatın olması gerektiği yerde bombaların patladığı ve çocukların öldüğü barış-sonrası (post-barış) çağındayız.

Evet “kaderin habercisi, bütün mutlulukları siliyor”, bizler de Brecht yorumundaki Antigone’yiz. Kapılarımızı kendi sırtımızda taşıyoruz, tekil geçitler birçok tekillikte son buluyor fakat asla kolektiflik barındırmıyor.

Biz kararsız ve ikircikli tekilleriz; ölülerimizi toprağa mı gömmemiz yoksa fotoğraflarını taşıyıp onları sonsuza dek yaşatmamız mı gerektiğinden asla emin olamıyoruz.

Fakat bir kez daha, tekilLER  yapabilir.

Antigone bir tektir, evet. Arada kalmış bir gariptir ama birden çok daha fazlasıdır. Tekil, yapabilir. Evet, tekilLER yapabilir. Arada kalmış olanlar yapabilir. Dünya çapında birçok meydanda yaptıkları gibi, gücü dize getirebilirler. Daha da önemlisi, Antigone’nin bir zamanlar yaptığı gibi, utanmazlara utanmayı öğretebilirler.

Bir tekil trajediyi belirleyebilir ve böylece trajedi var olur.

Antigone öldüğünde, edepsiz gücün varisi prens de ölür. Kötülük ölümlü olur, kendini yenileyemeyecek duruma gelir; böylece arada kalmış olma durumu devam eder.

* * *

Beşiktaş’ta başka bir gün, fakat aynı yer. Birçok lise öğrencisi, öldürülen çocukların fotoğraflarını taşıyor. Öldürülen çocuklar bu kez farklı. Lise öğrencileri yine orada duruyor.  Tekiller, arada kalmışlar, ama orada duruyorlar. “Savaş-LAR var!” diyorlar sanki…

Bu hikâye elbette devam ediyor...


* Ece Temelkuran’ın, Aksanat tarafından son anda iptal edilen "Post-Peace / Barış-Sonrası " sergisi için kaleme aldığı yazı

 

Yazarın Diğer Yazıları

80 yaşın kutlu olsun Oya Baydar!

Ömründen hiç kimse eksilmeden geçsin gelecek yıllar Oya Baydar. Çoğal hep. Dileğim bu

İşte böyle yıkadı şehrim kanını

"Siz siz olun, toplu ölümleri kanıksatmalarına izin vermeyin”

Şebnem Korur Fincancı’ya mektup...

Mahcubiyetinizin, bir gün utanması gerekenleri utandırmasını tüm kalbimle diliyorum.