14 Nisan 2024
Günümüzde dünyanın kötüye gittiği ve her şeyin bozulduğu yönünde genel bir kanı var. Daha iyi versiyonumuza ulaşmak için çalışıyoruz ancak asla tatmin olmuyoruz. Kapitalist dünyanın patronları, hem neden hem de sonuç olarak korkularımızı yönetiyor ve fabrika ayarlarımızla oynuyorlar. Daha genç nasıl görünürüm? Daha güzel olmak için ne yapmalıyım? Neden daha çok mutlu değilim? Toksik ilişkilerimden nasıl kurtulurum? Hayatın anlamı ne? Sadece pozitif etkileşim mümkün mü? soruları her tarafımızı çevirmiş durumda. Halbuki hayat bir bütün ve tüm pozitifler negatifleri de beraberinde getiriyor ve bu denge hayatımızı hatta dünyayı yönetiyor. Hepimiz farkındalığımızı arttırma yollarını ararken, fark ettikten sonra ne yapacağımızı bilmiyoruz. Tam bu noktada Acar Baltaş diyor ki, "Hepimizin içinde bir gölge var. Karşılaşmak istemediğimiz bir gölge. O gölgeyle barışmadan huzurlu yaşamak mümkün değil. Farkındalık bir şeyi değiştirmenin ilk adımı, ondan sonra da niyet devreye giriyor. O niyetten sonra da eylem geliyor."
Yarım asırlık mesleki kariyeri, yetmiş yılı aşkın yaşam tecrübesiyle psikolojiyi bilimsel olarak baz alan, geniş kitleler için anlaşılır kılan Acar Baltaş, hayatın bize sunacağı yeni fırsatları görmemiz için kozamızı delmeyi, sıkıntılı zamanlarda elimizdeki özkaynaklara odaklanmayı ve iyi hayat yaşamaya dair anahtar niteliğinde ipuçları veriyor. Gazeteci Mert İnan'ın soruları eşliğinde yaşam kılavuzu niteliğindeki "Hayat En Çok İyileri Kırar" Kronik Kitap'tan yayımlandı. Siz de benim gibi psikoloji konularına meraklıysanız ve doğru kişiyi okumak istiyorsanız bu kitaba kesinlikle bir şans vermelisiniz…
- Yeni kitabınız "Hayat en çok iyileri kırar." Müthiş bir başlık. İyi olmak ve kırılmak hepimizin ortak şikâyeti. Öncelikle sormak istiyorum, iyi insan nedir ve neden hep iyiler kırılır?
Her insan doğal olarak kendini iyi görür. Ancak iyilerin daha çok kırılmalarının sebebi, kabuklarının daha ince olması, daha savunmasız olmasıdır. Dolayısıyla da kırılmak kaçınılmaz. Bunun alternatifi kırılmamak için kimseye güvenmemektir. Bu da sürekli diken üzerinde yaşamayı gerektirir.
O sebeple kırıldığımız zaman ya hayatımızın evresine göre bizi kıranın kurbanı oluruz. Bu annemiz, babamız, öğretmenimiz, hayat arkadaşımız, patronumuz, yöneticimiz olabilir ve kurbanı olarak yaşarız. Kendimizi, karşımızdakini, koşulları suçlar bir koza öreriz etrafımıza. O kozanın içinde bu düşünce döngüsü de devam ettikçe koza kalınlaşır ve o kozanın içinde kurban olduğumuza kendimizi inandırırız. Ama eğer o kozayı delip çıkabilirsek o zaman hayatın bize sunacağı farklı imkânları görürüz. Kalemi elimize alır kendi hikâyemizi kendimiz yazarız.
Bu koza hikâyesinin arkasında ise çocukluğumda yaşadığım özel bir an var Ebru.
- Anlatır mısınız?
Tabii. Bulutlu bir günde babamla ilk defa uçağa binmiştik. Çocuktum henüz. İçim daralıyordu. Basınç, içimi daraltıyordu. Ancak kısa bir süre sonra uçak havalanıp, bulutların üzerine çıkınca yepyeni bir dünya çıkmıştı karşıma. İşte hayat da böyle. Enerjimizi nereye koyarsak hayat orada gelişiyor. Dolayısıyla hayat ileriye doğru yaşanıyor. Kozayı deldiğimiz zaman enerjimizi önümüze çıkacak olan fırsatlara vermemiz ve kırıldığımız yerden güçlenmemiz mümkün oluyor.
- Peki kırıldığımız yerden güçlenmek için ne yapmamız lazım? Daha esnek mi olmamız lazım?
Çocukluk ne zaman bitiyor? İhtiyaçlarınızın anneniz babanız tarafından karşılanamayacağını anladığınız zaman. Yetişkinlik ne zaman başlıyor? Başınıza gelenlerden başkalarını sorumlu tutmamaya başladığınız zaman. O sebeple yani birinci soruyla bağlantılı olarak mesele, kalemi elimize alıp kendi hikâyemizi kendimiz yazmak.
Mecazi olarak hepimiz bir denizde, bir teknede dünyaya geliyoruz. Kiminin teknesi küçük, kiminin teknesi büyük. Kimi fırtınalı bir denizde dünyaya geliyor, kimi düz, süt liman bir denizde dünyaya geliyor ağzında gümüş kaşıkla. Sadun Boro 1965 yılında 12 metrelik bir tekneyle bugünkü navigasyon imkânlarının olmadığı bir zamanda dünyayı dolaşmıştı. Mesele; dümeni sıkı tutmak, sahip olduklarımızın farkına varmak, onlara sıkı sıkı sarılmak ve onunla ne yapabileceğinize bakmak.
- Hayat yolu meşakkatli ve beceri istiyor. Birçok zorluk ve dirençlerle karşılaşıyoruz. Kitabınızda da en sevdiğim çözüm yolu "şimdilik düşünmek" önerisi oldu. Rahatlatan ve umut vaadeden bu düşünce sistemi nedir ve nasıl hayatımıza sokacağız?
Ebru, kendi adıma uyguladığımı söyleyeyim sana. Bu düşünce tarzı, dünyaya bakışımı, hayatla ilişkimi, konuları ele alış biçimimi değiştirmişti. "Şu anda iyi olan ne" sorusu? Şu anda iyi olan ne dediğiniz zaman, haline şükret, beterin beteri var anlamına gelmez. Şu anda iyi olan ne demek, "nelere sahibim", "elimdeki imkânlar ne", "öz kaynaklarım nedir" demek. Elimdeki imkânlara ve öz kaynaklara odaklandığım zaman, problemi çözmek için gücümün farkına varıyorum ve harekete geçiyorum.
- Peki hayattaki öfkemizin esas nedeni kırılganlıklarımız mı?
Hayattaki öfkemizin esas nedeni hayallerimiz ile gerçekliklerimiz arasındaki uyumsuzluktur. Bu bizi öfkeli ve kırılgan yapar. Tatminsiz yapar.
- Bu ruh durumunu ya da davranış modelini nasıl gidereceğiz, kırılganlığımızı nasıl tamir edeceğiz ve de yola devam edeceğiz?
Hayalleriniz ile gerçeklerinizin arasındaki uçurumun boyutuna ve öz kaynaklarınıza bağlı. Bu durumla ilgili olarak üç adım, beş adım gibi bir öneri bilemiyorum ama hayat ileriye doğru yaşandığına göre hareket içinde olmak beklemekten her zaman iyidir.
- Çağımızın korkulu rüyası başarısızlık. Gelişmenin ve öğrenmenin en etkili yolu başarısızlık ve sonuçtan çıkarılan ders değil mi?
Tüm dünya insanının, Amerikan psikolojisinin etkisinde kalması sebebiyle başarıya tapılır hale geldi. Oysa başarısızlık hayatın en doğal parçası. "Hayatımda hiç başarısız olmadım" diyen insanlar ya konfor alanlarının dışına çıkmamışlardır ya da hiç risk almamışlardır. Yalan söylüyorlardır demek istemiyorum ama yalan söylüyor da olabilirler. (Gülüyor.) Başarısızlık öğrenmek ve gelişmek için bir fırsattır. İnsanı olgunlaştırır. Başarısız olanlara karşı empati geliştirmesine sebep olur. Bu da insanı daha iyi insan, daha bilge insan yapar yıllar içinde.
- Haklı olmanın peşinde ömürlerimizi, ilişkilerimizi tüketiyoruz. Sevgiden bile önem verdiğimiz haklı olma hâli diğer yandan da subjektif bir durum aslında. Hayat bu kadar kısayken haklılık önemli mi? Neden bu döngünün içinden çıkamıyoruz ve her şey bunun üstüne kurulmuş?
Sevgimizi bile kurban ediyoruz derken, birçok evlilik bu haklılık yüzünden doğan çatışmalar sebebiyle bitiyor. Aynı amaca hizmet ettiğiniz insanlarla eğer bir çelişki yaşıyorsanız ya haklı olursunuz ya mutlu. Bu durum eşinizle, hayat arkadaşınızla, çocuklarınızla olan ilişkileriniz içinde geçerlidir. İş ortamında da geçerlidir. Her zaman söylendiği gibi "aynı gemideysek" o zaman haklı olmanın çok fazla bir önemi olmuyor. Yani şunu demek istiyorum Ebrucum: "Eşinize veya çocuğunuza yapmasını veya yapmamasını söylediğiniz bir şeyin tersini yaptıkları zaman ve haklı olduğunuz zaman mutlu oluyor musunuz?" Tabii ki değil. Aynı şey iş ortamında da söz konusu. Yani iddia ettiğimiz gibi "aynı gemideysek" aynı kuralların geçerli olması lazım.
- Restleşmemek mi gerekiyor?
Konu ergen çocuğunuzsa asla restleşmeyin. Ergen çocukla restleşirseniz kaybedersiniz. Yani 14 yaşında kazanırsınız ama 17 yaşında kaybedersiniz. Eşiniz ise, restleşirken neleri kaybedeceğinizi düşünerek restleşeceksiniz. Ben şunu söylüyorum; diyorum ki, "elinize kağıt kalem alın ve birlikte olduğunuz insanın kusurlarını, hayatınızı zorlaştıran taraflarını birlikte yazın. Sonra kâğıdın arkasını çevirin, o insanın hayatınıza kattıklarını yazın". Büyük çoğunlukla ikinci sayfa çok daha uzun oluyor. Ama biz eğer başlangıçta birinci sayfaya odaklanırsak, o zaman kendimizi kurban gibi görüyoruz. Bu bardağın yarısı mı dolu, yarısı mı boş meselesi değil. Bu doğru bir benzetme de değil.
Su dolu bir bardağı boşaltıp, soruyu soruyorsanız insanların yüzde yetmiş beş'i boş diyor. Boş bir bardağı önlerinde su doldurup soruyorsanız, yarısı dolu diyor. Yani gerçek değişmiyor, realite değişmiyor ama insanların algısı değişiyor. Konuyu nasıl çerçevelediğimize bağlı, kusurlardan yola çıkıyorsak zaten ilişki kötüye gidiyor.
Kısaca; eşinizi, partnerinizi düşündüğünüz zaman aklınıza iyi şeyler mi geliyor, kötü şeyler mi geliyor? Aklınıza kötü şeyler gelmeye başladıysa tehlike var. İyi şeyler geliyorsa o zaman işler yolunda demektir. Zaten bir ilişkiyi belirleyen birkaç önemli faktör var. Bu faktörlerden bir tanesi de çatışma. Her ilişkide olan bir durum. Mesele çatışıp çatışmamak değil. Mesele, çatışma ile barışma arasındaki süreyi nasıl geçirdiğiniz. Eğer o arada onu da söyleseydim, şunu da söyleseydim, şunu da yapmıştı, zaten böyleydi de, geçmişte de bu olmuştu diye düşünüyorsanız, barışıp yatağa girdiğiniz zaman sağlanan barış kalıcı olmaz. Ama o arada, "onun hassas olduğu nokta bu, keşke üstüne gitmeseydim daha dikkatli olmalıydım" diye düşünüyorsanız o zaman sağlanan barış kalıcı barıştır.
- Bu durumda çatışmayı bilmiyor muyuz?
Duyguların açıkça konuşulduğu bir toplum değiliz. Orası doğru. Ama Türkler bu konuda çok daha mı kötü ondan da emin değilim. Baskın anne baba eğitimi altında büyüdüğümüz için çatışma değer kaybına neden oluyor. Ve onu göze alamıyoruz. Kaygı yaratıyor.
- Çok haklısınız. Mutluluk baskısı günümüzde neredeyse faşizan bir hale geldi. Üzerimizde oluşturulan suni baskı hepimizi çok yoruyor. Üç yıl önce yayımlanan "Hayatın Hakkını Vermek" kitabınızda da bahsettiğiniz gibi mutsuzluk da mutluluğa dair değil mi? Anlamlı olmayan sıradan basit işler yaparken de mutlu olamaz mıyız?
Mutluluk bir illüzyon. İnsanlar çoğunlukla mutluluğu bir varış noktası gibi görüyorlar. Ben mutluluk yerine "iyi hayat" demeyi tercih ediyorum. İyi hayat, iyi ilişkiler üzerine kuruluyor. Harvard'ın yaptığı seksen yıllık mutluluk araştırması var. Sonuçlara baktığınız zaman mutluluğun temeli, temel ihtiyaçları karşılayacak kadar bir gelir ama onun ötesinde de çok önemli ölçüde iyi ilişkiler üzerine kurulu bir hayat. İyi hayat. İyi ilişki de eşle, partnerle, büyük aileyle, komşularla, sosyal çevredeki arkadaşlarla, iş ortamındaki arkadaşlarla ve hatta süpermarketteki kasiyerle kurulan ilişki. Yani ona kendini değerli hissettirecek bir mesaj vermek ve dolayısıyla da ondan da karşılık almakla ilgili bir konu.
İyi ilişkiyi ben "fonksiyonel ilişki" olarak tanımlıyorum. Bu da önemli bir fark. Çünkü insanlara hep güler ve hep evet derseniz barış içinde yaşarsınız ama bu barış sizin ödediğiniz bedel karşılığında gerçekleşmiş bir barıştır. Daha değerli olan fonksiyonel ilişki kurmaktır. Bu hayır dediğiniz zaman da karşı tarafın sınırına geçmemek ve incitmeyecek bir dil ve yaklaşım geliştirmekle olur.
- Hayır demekte neden bu kadar zorlanıyoruz?
Çünkü reddedileceğimizi düşünüyoruz veya çatışmaya girmekten kaçınıyoruz.
- Öğrenmek mümkün mü?
Hayır demeyi öğrenmek, karşı tarafın alanına geçmeden kendi haklarımızı da koruyabilmektir. Ne demek istiyorum? Çok basit. "Hatalı düşünüyorsun." "Hayır, yanlış" demek yerine "Ben farklı düşünüyorum", "Ben olaya farklı bir açıdan bakıyorum" demek tansiyonu düşürür, yaklaşımını değiştirir karşı tarafın. Zaten bir tartışmaya hangi türden olursa olsun görüşünüzü gözden geçirmeye hazır olarak oturmuyorsanız ne kadar uzun tartışırsanız kendinizi o kadar ikna ediyorsunuz. İş tartışmalarında da böyledir.
- İş dünyası, iş tartışmaları deyince hayat kurtaran bir kavramınız mevcut. "Yararlı Paranoya" Biraz bahseder misiniz?
Amerikan psikolojisinin etkisiyle müthiş bir iyimserlik egemenliği var. Gül ve iyimser ol. Halbuki benim konu aldığım araştırma, iyimserlerin daha kısa yaşadığı yönünde. Sebebi açık. Riskleri görmemek, tehditleri fark etmemek, sağlık şikâyetlerini geç hekime ulaştırmak, hekim tavsiyelerine uymamak. İyi düşünelim, iyi olsun. Kötü düşünüp kötüyü çağırma mantığı. Dolayısıyla insanların, karamsar değil ama olumsuzlukları görecek şekilde bakmalarında fayda var. İyimserlik zannedildiği kadar iyi bir şey değil. Onun için de işte yararlı paranoya "ya öyle olmazsa" sorusunu sormayı gerektiriyor. Yani B planı.
- Farkındalık meselesi hepimiz için önemli bir konu. Tüm uzmanlar "Fark et, farkına var" diyor. Ancak esas mesele farkında olduktan sonraki yol değil mi? Orada ne yapacağız? Hayata nasıl geçireceğiz? En önemlisi farkına vardığımız "ben"den ya hoşnut değilsek o zaman ne yapacağız?
Psikoterapiye gideceksiniz. (Gülüyor.)
Çok doğru bir soru. Kendimizi sevmezsek ne yapacağız? Hepimizin içinde bir gölge var. Karşılaşmak istemediğimiz bir gölge var. O gölgeyle barışmadan huzurlu yaşamak mümkün değil. O gölgeyle yaşamak yani o gölgeyle barışmak da, bir; o gölgenin; şiddetine, koyuluğuna, iki; bizim gücümüze bağlı. Yani bunun bir kestirme cevabı yok. Farkındalık bir şeyi değiştirmenin ilk adımı, ondan sonra da niyet devreye giriyor. O niyetten sonra da eylem geliyor. İşte eylem kısmında zorlanıyoruz çünkü eylem bizi yapmak istemediğimiz bir şeyi yapmaya veya yapmamak istediğimiz bir şeyi yapmaya zorluyor. Türkiye'deki önemli faktörlerden biri disiplin eksikliği, disiplin Türklerin sevdiği kavram değildir. Disiplin tutarlılıktır. Hedeflerde, ilkelerde, performans kriterlerinde ve davranışlarda tutarlılıktır. İçselleştirilmiş sorumluluk anlayışıdır. Yapmak istediğimiz şeyi yapmamak, yapmamak istediğimiz şeyi de yapmaktır. Medeniyet de budur, eğitim de budur.
Buradan yola çıktığınız zaman, yapmak istediğiniz şeyi yapmayacaksınız. Basit kilo problemini ele alalım. Yemek istediğiniz şeyi yemeyeceksiniz. Yememek istediğiniz şeyi yiyeceksiniz gibi. Yani farkındalıktan sonra bunu hayata geçirmek niyet, niyetten sonra da disiplin gerektiriyor.
- Peki, kırılgan olmamızın esas nedeni gölge yanlarımız mı?
Dikkat edin, sizi hayatta en çok sinir eden insan kimse çevrenizde bir yaranıza dokunuyordur.
Bu basit bir rahatsızlık değil ama birine kuvvetli bir rahatsızlık duyuyorsanız bir yaranıza dokunuyor.
- "Değişim her yaşta mümkün" diyorsunuz. ilk adım nedir ve nasıl ilerlemeliyiz?
Hedefi erken belirlemek insana avantaj sağlar. Ancak belirlediğiniz hedeften memnun değilseniz veya yanlış hedef seçtiğinize inanıyorsanız o zaman yapmaktan zevk alacağınız bir başka alana yöneleceksiniz. Ama bu alana yönelirken o alanın zorluklarını da hesaba katmak lazım. İnsan üç gün gidip Londra'da veya Paris'te kaldığı zaman burada hayat ne güzel diye düşünüyor. Halbuki oradaki zorlukları bilmek gerekiyor. Bunu aynı zamanda da partnerinizle de paylaşmanız lazım. O sizin fikrinize katılıyor mu? Çünkü değiştirdiğiniz zaman hayatınız değişiyor.
- Türkiye öfkeli, tahammülsüz, çaresiz ve umutsuz diyorsunuz. Ne yapmalı? Gerçekten hepimizin tam da ruh hâli bu. Çünkü hak etmediğimiz şekilde yaşadığımıza inanıyoruz. Sisteme güvenmiyoruz. Sisteme güvenmeyince insanlara güvenmiyoruz. Ve gelir dağılımındaki adaletsizlik insanların kendi adlarına yaşamayı düşündükleri hayatı yaşamalarını engelliyor. Bu da engellenme duygusu yaratıyor. İşte alt sosyokültürde de baktığımız zaman işte her gün trafikte çok ciddi yol öfkesi yaşanıyor. Basit konulardan. Çözüm yok. Öfke iki sebeple ortaya çıkar. Anlaşılmamak ve önemsenmemek. Ve bu sizin yorumunuzdur. Yani trafikte bir insan sizi sıkıştırır, önünüze geçer. Bunu bana nasıl yapar diye düşünürsünüz. Eğer adam hastaneye gidiyor, acelesi var diye düşünürseniz bu duyguyu yaşamazsınız. Bu bizim kendi yaptığımız yorumdur. Yaşadığımız şey. Onun için başkasının perspektifini anlamaya çalışmak, gündelik hayattaki trafiği kastetmiyorum. Aynı trafikte olduğu gibi bizim konunun benim değersizliğim ve önemsizliğimle ilgili olmadığını bana gösterir. Ve bu öfkeyi, öfkelenmeyi önler. İnsanları en çok ne kızdırır? En başta "yalan" der insanlar. Yalan söyleyen, "sen ne kadar aptalsın sana göstereyim" diye yalan söylemez. Kendine avantaj sağlamak için yalan söyler. Ancak biz "sen beni aptal yerine mi koydun" diye anlıyoruz. Cumhurbaşkanı da diyor ki "bütün belediyelere ne imkân sunulduysa İstanbul'a da aynı imkânlar sunulmuştur" diyor. Diyecek söz yok. Bu kadar! |
- Dünya sürekli değişim ve dönüşüm halinde . Örneğin; Beyaz yakalılar mavi yakalıların önemini, gücünü azalttı. Yapay zekâ da beyaz yakalıların sonunu getirir mi sizce? Yapay zekâ, yapay zekâyı kullanamayan herkes için tehdittir tabii ki. Haklısın, her şey tehlike altında aslında bu anlamda. Burada tabii gelecekle ilgili yapılan bütün tahminler fuzuli. Çünkü ne olabileceğini öngöremeyeceğimiz bir dünyada yaşıyoruz. Yani yirmi sene sonra ne olacak bilmemize imkân yok. Ben görüşleri bu kadar keskin olabilecek kadar fütüristliğin içinde bir insan değilim. Yirmi sene sonranın ne olabileceğini, bilginin bizi nereye götüreceğini bilemiyoruz. Yani iki sene evvel ChatGPT'yi düşünemezdik. Bu işleri tetikleyen insanlardan biri Ray Kurzweil'dir. Ray Kurzweil diyor ki, "önümüzdeki yüz yıl geçmiş yirmi bin yılı aşacak." Yirmi bin yıl. Yirmi bin yıl önce nerede olduğumuzu düşünün. Yani taş devri. Dolayısıyla da yani yirmi bin yıl sonra ne olacak? Harari'ye bakarsanız "gereksizler sınıfı"olacak. Yani savaşı zaten robotlar yapıyor. Robotlar ölürse şehit olacak mı olmayacak mı? Bunları konuştuğumuz bir dönemdeyiz. Yüz yıl sonra bugünkü sınırlar vs. bayraklar olacak mı olmayacak mı? Çok şüpheliyim. - Kitabınızda ilişkilerle ilgili güzel bir bölüm var. Evlenmeden önce gençlere birbirine sorması gereken sorular… Evlenmeden veya uzun süreli bir ilişkiye gitmeden önce yarım günlerini ayırıp, önlerine kâğıt kalemi almalılar. Bende sana en çekici gelen özelliğim ne? Neden? Çünkü o başlangıçta çekici gelen özellik sonra kopmaya neden olan özellik oluyor. Elinde olsa bende neyi değiştirirsin? Çünkü insanlar ilişki içinde orayı değiştirmeye çalışıyorlar. Üçüncüsü, kadın erkek rolünden ne anlıyorsun? Anne baba rolünden ne anlıyorsun? Kendi payını nasıl görüyorsun, benim payımı nasıl görüyorsun? Cinsellikten ne anlıyorsun, ne bekliyorsun? En önemlisi sadakatte sınırlar nereden geçiyor? Yani ben eski bir arkadaşıma rastlarsam, onunla yemek yersem karşı cinsten sana söylemeli miyim, söylememeli miyim? Bunu söylersem mi doğru, söylemezsem mi doğru? Bu sadakat sınırın içine giriyor mu, sadakatsizlik oluyor mu, olmuyor mu? Yani bunların konuşulması lazım ki insanlar bilsinler. Ne bekliyorsun? Yani saygı, sevgi. Senin için saygı işaretleri neler? Konuştuğum zaman sözünü kesmemek mi? Geldiğim zaman eve kapıyı açmak mı? Ne tam olarak? - Neden eş seçme nedenimiz aynı zamanda ayrılma nedenimiz olabiliyor? "Güvenli diye" deyip, "sıkıcı" diye ayrılmak gibi. İnsanlar duygularını çok kolay ifade eden insanlardan etkilenir. Ama bu sonra rahatsızlık sebebi olur. Mesela alkole yatkın olan insanlar duygularını çok kolay ifade ederler. Ama sonra o özellik problem olur. - Ne istediğimizi mi bilmiyor muyuz? En önemli sebep, değerlerimizin ne olduğunu, karşımızdakinin değerlerinin ne kadar önemli olduğunu bilmiyoruz. Karşımızdakinin değerlerini sorgulamıyoruz. Onun değerleriyle ilgili verdiği işaretleri değerlendirmiyoruz. Sonra da hormonların yarattığı etki bitince ilişkide her durum bir karara, her karar çatışmaya dönüşüyor. - Şahane bir evliliğiniz olduğunu biliyorum. Sırlarınızı paylaşmanızı istesem… Sırrımız, ortak ilgi alanları ve bunları paylaşmak. İkincisi tanıştığımız zamanki ilgiyi, özeni birbirimize göstermek. Hem fiziki olarak hem sosyal olarak. Mesela, eşimi bir kere eşofmanlı, ev içinde dağınık, yatak odası kıyafetiyle görmemişimdir. O da beni görmemiştir. Bir hafta sonunu tıraş olmadan geçirdiğim olmamıştır. Birbirimize hem fiziki hem de özel ilgi gösteririz. Bazen, topluluklarda sorarım, "Eşinizle tanıştığınız üç aydaki yaşadığınız heyecanı tekrar yaşamak ister misiniz?" diye. Kadınlar hemen "evet"derken, erkekler "Allah'ım başımıza bu da mı gelecek" derler. Olay çok basit. O zaman nasıl davranıyorsanız öyle davranın. Her iki tarafın da ilişkiye verdiği önemi ve özeni göstermesi önemli. Biz eşimle kütüphanede tanıştık, hâlâ masa başında karşılıklı çalışıyoruz. Konularımız ve hayata bakışımız aynı. |
Ebru D. Dedeoğlu kimdir? Ebru D. Dedeoğlu, işletme-ekonomi bölümünden mezun oldu. Executive MBA alanında yüksek lisansını tamamladı. İktisat Bankası'nda MT olarak başladığı iş hayatını 13 yıl süresince portföy yönetim şirketlerinin pazarlama biriminde yönetici olarak tamamladı. Bir yıllık Uzak Doğu serüveninden sonra hayatına yeni bir yön vererek yayıncılık hayatına adım attı ve Doğan Kitap pazarlama biriminde yeniden başladı. Türkiye'nin çok sayıda yazarlarıyla birebir geleneksel ve digital medya pazarlama stratejeleri üzerine çalıştı. Yeni yazarlar keşfetti. Doğan Kitap'ta uzun yıllar süren yayıncılık hayatından sonra Ajans Letra'yı kurdu. Halen Ajans Letra'da çalışıyor ve yazarlara danışmanlık hizmeti veriyor. Aralık 2023'ten itibaren kitaplar, yazarlar, yayın hayatı üzerine T24'te söyleşi yapmaya başladı. |
Yılmaz Şener: Deng’de zaman çok önemlidir. Ölçülebilir değildir. Her şey bir gün içinde yaşanır ama aslında o bir gün sonsuzluğu da temsil eder. Romanın başının ve sonunun olmaması da bu yönüyle ilgilidir
Adam Fawer, yeni kitabı "Mobius"u anlatırken okurlara "Caleb, Rowan’ı istediğini elde etmek için bir araç olarak kullanıyor ve her ne kadar ona değer verse de misyonunu Rowan dahil olmak her şeyden üstte tutuyor" ifadeleriyle ipucu verdi
"İktidardakiler kendilerine ‘padişah’ denilmesinden ve ‘kullarım’ tavrından mutluluk duyuyor”
© Tüm hakları saklıdır.