Türkiye 1960, 1971, 1980 ve 1997'de askeri darbe ve müdahaleler yaşadı. Her müdahalenin kendi “düzen”ini kurarak darbeyi konsolide ettiği ve 1946'ya kadar süren tek partili siyasal düzen dikkate alındığında, demokrasi açısından tarihimiz hiç de parlak görünmüyor.
1980 darbesini 1982 Anayasası, onu da sadece üç partinin girmesine izin verilen 1983 seçimleri izledi. Darbeyi yapan Genelkurmay Başkanı ile kuvvet komutanları 7 yıllığına “Köşk”e çekildikten sonra emekli oldular, ancak darbe anayasası yaklaşık 30 yıldır işini görüyor, çeyrek yüzyıldır “yeni” bir anayasa yapılamıyor.
Türk Silahlı Kuvvetleri'ne “cumhuriyeti koruma ve kollama vazifesi” veren hükmüyle Türkiye'nin en “ana yasa”sı sayabileceğimiz TSK İç Hizmet Kanunu (yürürlüğe girdiği 1935 yılındaki adıyla Ordu Dahili Hizmet Kanunu) 75 yıldır yürürlükte.
Basının demokrasiyle imtihanının cevap anahtarı
Cumhuriyeti demokrasi hedefinden soyutlayan bu sürecin medyaya da önemli yansımaları oldu. Darbe ve müdahale düzenlerinin konsolidasyonunda, baskıyla veya -TSK İç Hizmet Kanunu'ndaki ifadeyle- durumdan vazife çıkararak medyanın da ciddi bir rol üstlendiği inkâr edilemez. Gazetelerin 28 Mayıs 1960, 13 Mart 1971 ve 13 Eylül 1980 tarihli manşetleri ile o günlerde yayımlanan yorumları, Türk basınının demokrasiyle imtihanının cevap anahtarı olarak da okuyabilirsiniz!
Son darbenin üzerinden 28 yıl geçmiş bulunuyor. AKP'nin iktidara gelmesiyle birlikte bazı generallerin tekrar durumdan vazife çıkardıklarını, bazı “gazeteci”lerin de “Hadi paşam” diye tempo tuttuklarını biliyoruz. Ancak sandıktan “iç düşman” veya en hafif ifadesiyle “iç tehdit” sayılagelen bir siyasi gelenek çıksa da, askerin kendi içinde bile durumdan çıkarılan vazife bu kez farklı oldu. Suça karıştığı açık olan bazı şüphelilerin durumunu ihmal ederek söyleyelim: Ergenekon sürecine, “iç düşman sayılanların iç düşman tayin edenlere cevabı ve askerin kendi içindeki tasfiye harekâtı” olarak da bakabilirsiniz.
Sabıkalı bir medya hiç olmazsa 12 Eylül kadar uzak mı bize!
Peki medyanın bu kısa Türkiye tarihindeki rolü konusunda ciddi bir muhasebe yaptığını söyleyebilir misiniz? Etnik ve dini kışkırtma yapmaktan çekinmeyen, kendi varlık nedeni olan “ifade özgürlüğü”ne bile tahammül edemeyen bir medya, hiç olmazsa 1980 darbesi kadar uzak mı bize?
Kürt sorunundan cinsiyetçiliğe, mezhepçilikten azınlık sorunlarına kadar hemen hemen her toplumsal meselede medyaya hakim olan “kirli” dil, sadece geçmişin acı hatıralarından mı ibaret?
İktidar bağımlılığı, sadece eski gazetelerin sayfalarında izlerine rastlayabileceğimiz eski bir hastalık mı?
Paradan, iktidardan, siyasi takıntılardan bağımsız etkili bir mecrası (medyası değil) olabildi mi Türkiye'nin?
Aklı ve vicdanı olan herkes için bu soruların yanıtları bellidir.
Türkiye değişti, değişiyor. Ancak söyleyecek hiçbir sözü kalmamış yazarlarıyla, on yıllardır aynı ezberleri tekrarlayan lisanıyla, kişileri-kurumları-etnik ve dini grupları birbirine karşı kışkırtma alışkanlığıyla, siyasi takıntılarıyla, iktidar bağımlılığıyla, eski hastalıklara yakalanmış sözüm ona “yeni” patronlarıyla medya direniyor...
Ya değişerek dördüncü kuvvet olacağız, ya direnerek beşinci kol!
Başka yolu yok...