"Öyle bir yazı yazdım ki, yarın hükümet düşer!"
Hasan Cemal, Cumhuriyet'i Çok Sevmiştim kitabında Uğur Mumcu'nun bu sözlerini nakleder ve ekler:
"Arkasından da basardı kahkahayı..."
Gazeteciliğe tutkusu, doğurgan kalemi, savaşkan zekâsı ve cezalandıran mizahıyla Türkiye'nin basın tarihinde tek başına çok şey ifade eden Uğur Mumcu 21 yıldır aramızda yok.
Evet, savaşkan bir zekâ. İdare hukuku asistanlığını bırakarak geçtiği gazetecilikte hukuk birikimi eşliğinde polemiğe girmekten hiçbir zaman kaçınmadı Uğur Mumcu. Ancak Cemal Süreya'nın ifadesiyle "polemiği düşüncenin içerisinden geçirmeyi" ihmal etmeden yaptı bunu. 1960'ların, '70'lerin, '80'lerin dünyasının siyasal savaşları içinde bulunduğu yerden hareketle elbette sevmeyenleri oldu, ancak gazeteci olarak karşıtlarının da kayıtsız kalamadığı bir külliyat koydu ortaya Mumcu.
O kadar ki, öldürülmesinden yaklaşık üç yıl sonra, 3 Kasım 1996'da patlayan ve devlet görevlisi-siyasetçi-mafya bağlantılarını gözler önüne seren Susurluk skandalındaki kirli ilişkileri yıllar önce yazdığı yazılar ve kitaplarda tek tek anlattı.
Misal, Susurluk'taki o kazada ölen eski Ülkü Ocakları Genel Başkan Yardımcısı Abdullah Çatlı'nın kim olduğu, hangi ilişkiler içinde bulunduğu, Abdi İpekçi cinayeti ve Bahçelievler katliamına uzanan rolü yıllar önce Uğur Mumcu tarafından yazılmış yazılar ve kitaplardan gazete sayfalarına taşındı.
Çatlı, civarındakiler ve Uğur Mumcu
Dönemin Başbakan Yardımcısı Tansu Çiller'in "Devlet için kurşun atan da, yiyen de bizim için şereflidir" diyerek kapatmaya yeltendiği Çatlı ve civarındakiler sayfası için Mumcu'dan neler öğrenmedik ki?
Milliyet Gazetesi Genel Yayın Müdürü'yken 1 Şubat 1979'da öldürülen Abdi İpekçi'nin katili Mehmet Ali Ağca, cinayetten yaklaşık 5 ay sonra, 25 Haziran 1979'da yakalandı. Ancak, tam 128 gün sonra, 25 Kasım 1979'da, ülkenin en iyi korunan yerlerinden olan Maltepe Askeri Cezaevi'nden kaçırıldı. Cezaevinden kaçırıldıktan sonra Ağca'nın evinde saklandığı isim, ülkücülerin “reis”i ve devletin bazı operasyonlarda kullandığı Abdullah Çatlı'ydı örneğin. Çatlı, Ağca'yı yurt dışına çıkardıktan sonra da koruduğunu açıkladı.
Susurluk skandalı patladığı sırada Emniyet Genel Müdürlüğü Özel Harekât Daire Başkan Vekili olan İbrahim Şahin'in, sözüm ona "kırmızı bülten"le aranan Çatlı'yla birlikte göbek atarken çekilmiş fotoğraflarını hatırlayın. İpekçi cinayetinden Bahçelievler katliamına ve Ömer Lütfi Topal suikastına uzanan bir dizi suçta parmak izi bulunan Çatlı'yla göbek atan bir Özel Harekat Dairesi Başkanvekili!
Bitmedi. İpekçi cinayetindeki ülkücü ekibin diğer isimleri suikastı yönlendirmekle suçlanan Oral Çelik, Ağca'nın bir ara “asıl suikastçı” olduğunu belirttiği Yalçın Özbey ve İpekçi'yi öldürmeye azmettirmekle suçlanan Mehmet Şener'di. Şener, Ağca'nın cinayetten sonra MHP Aksaray İl Başkanlığı'nda silahı teslim ettiğini söylediği kişiydi. Mehmet Ali Ağca, Abdullah Çatlı, Oral Çelik, Yalçın Özbey ve Mehmet Şener'in adı, Susurluk skandalında da yan yana gelmişti.
Ağca, askeri cezaevinden kaçırıldıktan bir süre sonra, Oral Çelik tarafından Abdullah Çatlı ve Haluk Kırcı'nın memleketi Nevşehir'e götürüldü. Yine Uğur Mumcu ortaya çıkardı ki; Abdullah Çatlı, Mehmet Ali Ağca, Mehmet Şener ve arkadaşları Ömer Ay Nevşehir Emniyet Müdürlüğü'nden aldıkları sahte pasaportlarla yurt dışına kaçırılmışlardı. İşte Çatlı'nın göbek attığı arkadaşı Özel Harekât Daire Başkan Vekili İbrahim Şahin de, o yıllarda Nevşehir Emniyeti'nde çalışıyordu!
Bitmedi. Haziran 1980'de CHP Nevşehir İl Başkanı avukat Zeki Tekinel ile bir arkadaşı üç ülkücü tarafından öldürüldü. Nevşehir'de cenazeye katılan Bülent Ecevit ve CHP'lilere yaylım ateşi açıldı, 7 kişi yaralandı. Cinayetten dolayı ömür boyu hapse mahkûm edilen ülkücü, Papa'ya suikast girişiminde Ağca'nın yanında olduğu iddia edilen Ömer Ay'dı. Nevşehir Emniyeti pasaport numaralarını sıra sıra dizmiş, Ağca'ya verilen pasaportun numarası “136 635”, Ay'a verilen pasaportun numarası da “136 636” olmuştu! Yıllar sonra Nevşehir Emniyeti'nin pasaport bölümünde çıkan becerikli yangın bütün evrakı yok edecekti!
Boy veren can verir!
Mumcu bu ilişkileri yazdı, ama devlet ve terbiye ettiği siyasetti bu, çok derindi. O kadar ki, Susurluk skandalından yaklaşık üç ay önce öldürülen Kumarhaneler Kralı Ömer Lütfi Topal suikastında kullanılan iki Kaleşnikof'tan birinin çift şarjörünü birbirine yapıştıran bandın üzerinde Abdullah Çatlı'nın parmak izleri bulundu. Çatlı'nın parmak izlerini bulduran ve cinayetle ilgili olarak üç özel tim polisini gözaltına aldıran dönemin İstanbul Emniyet Müdürü Kemal Yazıcıoğlu, dönemin İçişleri Bakanı Mehmet Ağar'ın "Özel timciler neden gözaltında" sorusuna muhatap oldu. Ardından gözaltındaki üç özel tim polisi, Ağar'ın İstanbul'a gönderdiği Özel Harekât Daire Başkanvekili İbrahim Şahin tarafından teslim alındı ve Ankara'ya götürülerek serbest bırakıldı! Bu arada Çatlı için "Devlet için kurşun atan da, yiyen de bizim için şereflidir" diyen Başbakan Yardımcısı Tansu Çiller, bugün MHP milletvekili olarak TBMM Başkanvekili koltuğunda oturan dönemin İçişleri Bakanı Meral Akşener'e talimat vererek cinayeti çözmek üzere olan Kemal Yazıcıoğlu'nu İstanbul Emniyet Müdürlüğü görevinden aldı.
Boy vermeye kalkmayın can verirsiniz, derin, depderin bir devlet bu...
Velhasıl Mumcu Türkiye'de İpekçi cinayeti ve terörün, Bulgaristan'da Türkiye'ye uzanan silah kaçakçılığının, uyuşturucu ticaretinin, İtalya'da Papa'ya suikast girişiminin peşine düştü. Bugüne de ışık tutan kitaplarını, sonunda Mumcu'nun hayatına da mal olmuş gazeteciliğe olan tutkusunun hikâyesi olarak da okuyabilirsiniz.
Çok para eden hiçbir şeyler
Ahmet Altan'ın yazmak üzerine kullandığı ifadeyle araştırmalarıyla "ölümün elinden çok şey kurtarmış" Uğur Mumcu'yu anarken, gazeteciliğin bugünkü hâlleri üzerine düşünmeden yapabilir misiniz?
Daha dün devlette en yüksek bürokratik görev olan Başbakanlık Müsteşarlığı'na atanan Fahri Kasırga'nın, Ergenekon sürecinin sembol ismi olan emekli Tümgeneral Veli Küçük ile "Paşaların en yakışıklısı" gibi pişik olmuş bir lisanla konuştuğunu köşe bucak saklayan bir gazetecilikten söz ediyorum. Yolsuzluk haberlerine getirilen yayın yasağına karşı dut yeyip olan biteni seyreden bir gazetecilikten.
Bir gazetecilik düşünün ki; yolsuzluk iddialarıyla yürütülen soruşturmada gözaltına alınan bakan çocuklarını bültenlerinde saklamaya çalışırken "Bazı bakanların birinci derece yakınları" diyerek sırtını döndüğü gerçeklere karşı kamuoyunun başını kuma gömmeye kalkışsın, Gezi Parkı sürecinde penguen diyarlarında gezinsin, her türlü iktidarca tetiklensin, her nefesi yetence üflensin...
Kabul edelim, geçmişten bugüne her türlü iktidara müptela olmuş bir zavallılıkla cereyan eden hayatlar var medyamızda. Girdiği kılıklarla hiçbir pozisyonu sözüm ona gazeteciliğinden esirgememiş hayatlar... "Çok para eden hiçbir şey"lerden geçilmeyen sayfalar, ekranlar...
Medya bataklığındaki gazetecilik umudu
Bu kadar kirlenmek, böylesine korkmak için nasıl bir sebebiniz olabilir?
Sadece para mı? Sebebiniz, hiçbir zaman tüketemeyeceğiniz kadar kazanmaya çalıştığınız para kadar ucuz mu?
Öyle görünüyor. Tamam, para medyayı çok kirletti, kirletiyor, daha da kirletecek. Ama gazetecilik, ayakkabı kutularının "komplodan ibaret olduğu" emrine itaat edenlerin cüzdanlarında değil, hiçbir şeyin satın alamayacağı gerçeklerin peşindeki yerinde duruyor. Medya ile hâkim ve savcıları sürdüğünüz yerlere gerçekleri tayin edemiyorsunuz. Medya bataklığı içinde gazeteciliğin umut veren diyalektiğidir bu,
Hızla yaklaşsa da gözünüzü kapattığınız yolun sonundan bakmaya çalıştıkça, pişman olacağınız bir hayat ihtimali azalır. Misal, son nefesinizde yanı başınızda hangisinin olmasını tercih ederdiniz?
Uğruna kirlendiğiniz o kâğıt parçalarının; paralar, tapular, banka hesaplarının mı?
Yoksa... Yoksa mesela Uğur Mumcu'nunki gibi bir külliyatın mı?
Yalanın bedelinin cüzdanınıza koyulan kâğıt parçaları olduğunu sanmayın, gerçek bedel hayatınızdır.
Şimdi soralım...
Evet, Uğur Mumcu 21 yıldır nefes almıyor.
Peki medya hayatta mı?