22 Ağustos 2011

TÜRK PKK'SI İLE KÜRT PKK'SI ÜZERİNE


Başlıkta “Türk PKK’sı” ifadesini görünce tüyleri diken diken olanlar için bir açıklamayla başlayayım. İfade, Genelkurmay Başkanlığı sırasında Türkiye’de ve Kuzey Irak’ta PKK’ya karşı yoğun operasyonlar düzenleten emekli orgeneral Doğan Güreş’e ait. Güreş’i, emekli olduğunda kendisini milletvekili yapan Tansu Çiller ile Atatürk’ün yarımşar yüzünü birbirine yapıştıran o tuhaf tabloyla birlikte verdiği pozlarla da hatırlayanlar olacaktır.


Güreş, “Komutanlar Cephesi” kitabı için Fikret Bila’ya Genelkurmay Başkanlığı icraatını anlatırken kullanıyor “Türk PKK’sı” ifadesini. Operasyonlar için yaptıklarını anlatırken inanmakta güçlük çekeceğiniz bilgiler veriyor.


Necip Torumtay
’ın, dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın Irak planlarına karşı çıkıp istifa etmesi üzerine 6 Aralık 1990’da Genelkurmay Başkanlığı’na atanan Güreş, Fikret Bila’ya “şahsen” yaptığı icraat ve silah alımlarını anlatıyor. Örneğin Doğu Almanya Genelkurmay Başkanı’nı arıyor, kendi ifadesiyle “Franz” diyor, kendisinden 100 bin adet Kaleşnikof istiyor ve alıyor.


Başka bir seferinde o sırada ABD Genelkurmay Başkanı olan Colin Powell’ı arıyor Güreş, “Colin” diyor “Bak PKK azdı. Fazlalığa çıkardığınız Kobra helikopterlerine ihtiyacım var… Bana Kobra lazım (…) M-60 tankı lazım.”


Franz Kalaşnikofları bedava gönderiyor, Colin de ABD’de envanterden çıkmış Kobra’ları, M-60’ları, Güreş’in ifadesiyle “az bir paraya” veriyor Türkiye’ye.


Güreş, “Bir önemli kararım da Özel Harp Dairesi’ni lağvetmekti” diyor, yerine Özel Kuvvetler Komutanlığı’nı kurduklarını anlatıyor.

 

‘Hükümete, MGK’ya danışmadan yapıyordum’

 

PKK’lılara yardım malzemesi attıklarını düşündükleri ABD uçakları için Güreş’in verdiği emir de var Komutanlar Cephesi’nde. Güreş, Asayiş Bölge Komutanı Necati Özgen’e “Vur bu uçakları” dediğini aktarıyor.


Güreş’in, Fikret Bila’nın yönelttiği bir soruya verdiği cevap, Türkiye’de sivil otoritenin o yıllardaki haline ilişkin olarak büyük bir belagat içerir. Bila’nın “Bu emirleri verirken Cumhurbaşkanı Özal’a, Başbakan Demirel’e danışıyor muydunuz? Veya MGK’da görüşüyor muydunuz” sorusuna Güreş’in verdiği cevabı birlikte okuyalım:


“Hayır. Ben MGK’ya gittiğim zaman bakıyordum herkes çok memnun. Şehit anası bana bakıyor. Ben MGK’da da söylüyordum Cumhurbaşkanı’na, Başbakan’a, hepiniz çok memnunsunuz, diyordum.”

 

‘Sıkıyönetim varmış gibi fiilen yapıyorduk’

 

Doğan Güreş, en büyük sıkıntısının “olağanüstü hal” uygulamasının “emir-komuta zincirini bozması” ve buna karşılık “sıkıyönetim ilan edilmemesi” olduğunu kayda geçirirken bakın neler söylüyor:


“Ben biliyorum niye (sıkıyönetim) ilan etmediklerini. Sıkıyönetim ilan ederiz, sonra da darbe yaparlar mı, diye düşünüyorlar. Hissediyordum. Yoksa ben onların tepesine biner ya sıkıyönetim ilan edin ya da ben birliklerimin başında kumandayı ele alıyorum, derdim. Ne yaparsanız yapın diyebilirdim. Ama her istediğimi yapabilecek bir ortam veriyorlardı bana. Fiilen dolduruyordum. Sanki sıkıyönetim varmış gibi fiilen dolduruyorduk. Öyle çalışıyorduk. (…) Demirel de memnundu. Valilerin hiçbiri bana bir şey demiyordu. Yetki sende değil, demiyorlardı. Hepsi ne dersem yapıyorlardı… O zamanki emir-komutayı şimdi çiz desen çizemem ama fiilen bizim isteklerimiz, kararlarımız yerine geliyordu.”

 

‘Bir nevi Türk PKK’sı kurduk’

 

“Türk PKK’sı”na gelince… Güreş bu ifadeyi, ilk “özel kuvvetler taburunu” anlatırken kullanıyor:


“Ankara’da kurduk. Sözünü ettiğim (Özel Harp Dairesi Başkanı) Kemal Paşa kurdu. Kendi de içindeydi. Çocuklarla birlikte yattı-kalktı. Dağlarda, ovalarda birlikte eğitim yaptı… Doğada mücadeleyle yaşadılar. Arazi koşullarına alıştılar. Hepsi özel bir asker oldu. Ellerinden her şey gelir. Çok dayanıklıdırlar. Çok sağlamdırlar. Çok güçlüdürler. Çok iyi silah kullanırlar. Bütün bunları kazandılar. Eğitim tamamlanıp birlik istenilen düzeye gelince de Kemal Paşa onları alıp Güneydoğu’ya gitti. Onlar Güneydoğu’nun gizli kahramanlarıydılar. Bir nevi Türk PKK’sı. Dağlarda gezer, teröristler gibi onlar da dağlarda, o koşullarda yaşar. Teröristi dağda bulur ve etkisiz hale getirir…”


“Türk PKK’sı” işi yürümemiş olmalı ki, PKK’nın ilk silahlı eyleminin üzerinden 27 yıl geçmiş olmasına rağmen hâlâ birkaç aylık eğitimden geçirilen çocuklar dağlara sürülüyor, hâlâ özel birliklerin kurulması planlanıyor…


Türkiye o günden bugünlere çok değişti. İmralı’daki lideri “barış protokolü için mutabakata vardık” diyerek ateşkesin uzatılması çağrısı yaptıktan hemen sonra daha fazla kan dökmeye başlayan PKK’nın anlamamakta direndiği kadar değişti.

 

PKK 1990’lardaki Türkiye’yi arıyor

 

PKK, bölgede meşruiyetinin sorgulanmaması, örgüte toplumsal desteğin sürmesi için 1990’lardaki devleti, “askerin kafasına göre takıldığı o Türkiye’yi” arıyor. Dağdaki iktidarını kaybetmemek ve bütün Kürtleri tek başına temsil ettiği iddiasını sürdürmek için, yeni ve demokratik bir anayasa sürecinin arifesinde, zaman zaman İmralı’ya rağmen insan kaçırarak, mayınlı pusular kurarak, kan dökerek askeri operasyonları kışkırtıyor.


Örgüt kan dökerek, bir yandan yeni anayasayı şekillendirecek iktidar ve muhalefetin, diğer yandan Kürt siyasetinin hareket alanını daraltmak istiyor. Başbakan “kardeşlik ve demokrasiden taviz vermeden terörün üstesinden geleceğiz” dediğine, Milli Güvenlik Kurulu “mücadelenin olağan hayatın akışını değiştirmeyecek yöntemlerle yapılacağını” açıkladığına göre, PKK’nın kurduğu kanlı denklemin “Kürt siyaseti” tarafına dikkat etmeliyiz.

 

PKK’nın Kürt siyasetine yaptığını yapmayalım

 

Çözüm sürecini baltalayan bir içerik, üslup ve zamanlamayla ilan edilen sözüm ona demokratik özerkliğe, PKK ile ilişkisinde bugüne kadarki “belirlenen” statüsüne büyük bir ataletle razı oluşuna rağmen diyalog için en meşru mevkide bulunan Kürt siyasetini hedef göstermenin sadece şiddeti tırmandırmak isteyenlerin işine yarayacağını görmeliyiz. Bugüne kadar üzerlerinde şiddet vesayeti kurduğu Kürt aydınlarını dışlayan, emir-komuta dışında bir tarza tahammül etmeyen PKK’nın Kürt siyasetine yaptığını biz yapmamalıyız.


Ahmet Hakan
’ın altını çizdiği, “BDP ‘Kahrolsun PKK, yaşasın hükümet’ dediği anda sorun çözülecek mi”, “Öcalan’ın bile zaptedemediği Kandil’i BDP mi zaptedecek” sorularını aklımızdan çıkarmamalıyız.


Kürt siyasetçileri ve Kürt aydınlarının, hiçbir zaman bağımsız tavır geliştirebilecek bir dünyada yaşayamadıklarını unutmamalıyız. PKK’nın bağımsız tavırları sindiren tehdidine siyaset ve medyanın şiddet dilini eklememeliyiz.

 

Kürt siyasetini Ankara’dan sürmek isteyenlere…

 

Unutmayın; bağımsız davranan ve şiddeti reddeden Kürt siyasetçisi ve aydınlar PKK tarafından ya öldürüldü (örneğin Hikmet Fidan), ya tehdit edildi (örneğin Orhan Miroğlu) ya da “hain” (örneğin Kemal Burkay) ilan edildi.


Evet; kapatılan DTP ile bugünkü BDP kadroları ciddi hatalar yaptılar, sandıkta kazandıkları iradeye sahip çıkmak konusunda zaafa düştüler. Ancak PKK’nın bir kez daha dağa hapsetmeye çalıştığı Kürt siyasetini Ankara’dan sürmeye kalkanlar iyi düşünmeli.


Ya vesayeti altında olduğu PKK’yı kınamasını isterken, tam da örgütün istediği gibi Kürt siyasetini hedef göstereceğiz…


Ya da Kürt siyasetinin PKK’ya “Tamam, buraya kadardı” diyebilecek bir ağırlığa kavuşacağı sürece, hiç olmazsa “Katil sizsiniz” demeyerek, destek vereceğiz...

Yazarın Diğer Yazıları

Tolga’yla birlikte bütün hayal kırıklıklarının en güzelini yaşıyoruz!

Çalışmalarıyla mesleğini onurlandıran bir gazeteci, hâkimin büyük bir maddi hatayı da tutanağa geçirdiği bir kararla tutuklandı. Tutuklama talep edenler ve tutuklama kararı verenlere göre, Tolga Şardan “istihbarat örgütünün Cumhurbaşkanlığı’nın talimatıyla yargıdaki yolsuzluk iddialarını araştırdığını yazarak” halkı korku ve paniğe sevk etti!

T24 14 yaşında; nasıl da yılları buldu bir mısra boyu macera…

Bağımsız, sorumlu, güvenilir, yüksek profesyonel ve etik standartlarda gazetecilik, sadece gazetecilerin değil toplumun bütün katmanlarının meselesi haline gelmedikçe, sesimizi kısanlar sadece başkaları olmaz!

Schengen vizesi eziyeti için gazetecilere çağrı, AB başkentlerine mektup

Sığınmacı sorunuyla, üstelik milyonlarca insan eşliğinde Türkiye de muhatap. Ancak bu durumun, örneğin Federal Almanya’nın Volkan Konak, Deniz Türkali gibi sanatçıların da vize başvurularını reddetmesiyle nasıl bir ilgisi olabilir? AB ülkeleri diplomatlarının, sürekli mesai yaptıkları gazetecilere, vize talebi söz konusu olduğunda, “Bizim için Edirne sınırına kadar gazetecisiniz” anlamına gelen tavrı vize rejiminin amaçlarına uygun mu? Peki gazeteciler ve meslek örgütleri, yıllardır süren bu kötü muameleye karşı neden sessiz, neden bu eşitsiz ilişkiyi reddetmiyorlar?