“1960'lı yılların ikinci yarısında, Belçika'nın Anvers kentinde konsolostum. Bir gün babası Ermeni asıllı olan yaşlı bir bayan geldi. 94 yaşındaki babasının ölmeden önce doğup büyüdüğü ve çok sevdiği vatanı Türkiye'yi ve özellikle de Kayseri'yi görmek istediğini söyledi ve vize başvurusu yaptı. Bu talebi Ankara'ya ilettim. Aylarca ya cevap gelmiyor veya 'Henüz yetkili makamlarımızdan bu konuda bir cevap alınamamıştır' şeklinde bir ara cevap geliyordu.
Talebi ileten bayanla, zaman zaman çeşitli vesilelerle karşılaştığımız zaman da taleplerini sürekli olarak izlediğimizi söylüyordum. Bir gün söz konusu bayan bana telefon etti ve babasının talebini artık takip etmeye gerek kalmadığını; çünkü babasının vefat ettiğini ve son günlerinde de Kayseri'deki çocukluk günlerini hatırlayarak sık sık ağladığını söyledi.”
Öldürülen meslektaşımız Hrant Dink'in, “Evet, toprağında gözümüz var bu vatanın. Ama koparıp götürmek için değil, en dibine gömülmek için” sözlerini anımsatan bu hatırayı, eski Dışişleri Bakanı Yaşar Yakış'tan naklettim.
Yakış, Radikal'de yayımlanan (13 Ekim 2009) makalesinde “acıklı bir deneyim” diyerek aktarıyor genç bir diplomat olarak Belçika'da yaşadığı bu olayı.
Türkiye'nin vize işkencesi: İstizan
Yakış'ın, yazısında ele aldığı mesele Suriye ile Türkiye arasındaki vize rejimi. İki ülke arasındaki sınır bariyerinin bakanlar tarafından birlikte kaldırıldığı gün yayımlanan “Suriye ile vizesiz rejimde nereden nereye geldik?” başlıklı bu yazıda Yakış, uzun uzun “istizan” usulünü anlatıyor. Türkiye'ye gelmek için, 1980'lerin başında görevli olduğu Şam Büyükelçiliği'ne başvuran Suriyeliler için “istizan” usulü uyarınca izledikleri prosedürü şöyle aktarıyor:
“Önce vize için başvuran şahsın, adeta ahret soruları içeren 4 büyük sayfalı bir istizan sualnamesini (soru listesini) doldurması gerekiyordu. Sonra o şahsın, sınırdışı defteri adı verilen kara listede adının bulunup bulunmadığına bakıyorduk. Bir listede herhangi bir ismi, alfabetik sırasında bulmanın öyle zor bir iş olmadığını düşünenler olabilir. Ama bizim 'sınır dışı defteri'miz öyle alfabetik bir listeden ibaret değildi. Sınırdışı defteri basıldıktan ve dış temsilciliklerimize gönderildikten sonra, bu listeye eklenmesi veya çıkarılması gereken şahısların adını veya listesini içeren çok sayıda ek listeler gelirdi. Bu listeleri muhafaza ettiğimiz dosyalar veya klasörlerin hacmi sınır dışı defterinden daha da kalındı. Ayrıca o yazılar alfabetik sıraya dizilemediği için koskoca klasörde bir şahsın ismini aramak adeta iğneyle kuyu kazmaya benziyordu. Onun için konsoloslukta bu ön elemenin yapılması günler veya haftalar, bazen de aylarca zaman alabiliyordu...”
'Bir vize araştırması yıllar sürebiliyordu'
“Eğer vize talebinde bulunan şahsın adı sınırdışı defterinde varsa talep, merkez makamlarına intikal ettirilmeksizin, konsolosluk tarafından reddediliyordu.
Yoksa, vize talebi merkez makamlarımıza iletiliyordu. Vize taleplerini içeren sualnemeler Dışişleri Bakanlığı'na ya toplu olarak gönderiliyor veya posta parasından tasarruf etmek için, üç beş ayda bir oradan geçen kuryeye veriliyordu. Böylelikle vize talebinin herhangi bir konsolosluğumuzdan Dışişleri Bakanlığımıza ulaşması haftalar veya aylar süren bir zaman gerektiriyordu.”
“Bu evrak, Dışişleri Bakanlığı'na ulaştıktan sonra, bazen masaların üzerinde koskocaman bir evrak yığını halinde bekliyor; genç memurlar veya sekreterler onlara birer kapak yazısı yazıp ya İçişleri Bakanlığı aracılığıyla veya doğrudan doğruya Emniyet Genel Müdürlüğü’ne gönderiyorlardı. Emniyet Genel Müdürlüğü de, muhtemelen, ya söz konusu şahsa vize verilmesinde sakınca olup olmadığını arşiv araştırması ile belirliyor; veya talepçinin sualnamesini, gitmek istediği kentin İl Emniyet Müdürlüğü’ne, oradan İlçe Emniyet Müdürlüğü'ne, oradan da mahalle karakoluna gönderiyor ve o karakolda da görevlendirilen polis memuru o mahalledeki adres çerçevesinde gereken soruşturmayı yapıyordu. Sonra aynı yol kullanılarak cevap Konsolosluğa gönderiliyordu.
Bu sürec bazen yıllarca tamamlanamıyordu.”
Yakış, bayramlarda Türkiye-Suriye sınırına gelen akrabaların tel örgülerin iki yanında toplaşıp avaz avaz bağırarak birbirlerinden nasıl haber almaya çalıştıklarını da anlatıyor.
'32 kişiyi öldüren teröriste biz vize verdik!'
O yıllarda Ankara'ya “istizanlı vize uygulayarak Türkiye'ye Suriye'den gelecek güvenlik tehdidinin azaltılamayacağını” anlatmaya çalıştıklarını, ancak sonuç alamadıklarını belirten Yakış, çok çarpıcı bir de örnek aktarıyor:
“Bu görüşümüzü desteklemek için o sıralarda vuku bulan elim bir saldırıyı örnek verdik. Nitekim yazışmalardan bir süre önce, Levon Ekmekciyan adında bir Ermeni terörist Ankara'da, Esenboğa hava alanında, otomatik silahla gerçekleştirdiği bir saldırıda 32 kişiyi öldürmüştü. Levon Ekmekciyan’a vizeyi Şam’da biz vermiştik. Çünkü konsolosluk Şubemize, Yusuf Sammir adına düzenlenmiş sahte bir Mısır pasaportuyla başvurmuştu. Ayni yolla başka bir terorist başvursa Konsolosluk şubemizin herhalde yine vize vermesi gerekecekti.”
Et ve Balık Kurumu'nun Suriye sınırındaki hayvan kaçakçılığı rakamlarına dayanarak “Eğer bir sınırdan 500 bin dört ayaklı canlı, kaçak olarak geçebiliyorsa, iki ayaklı kaç canlı geçebileceğini artik siz takdir edin” diyen Yakış, yazısını şöyle bağlıyor:
"Demek ki bütün bu meşakkatlerin ortadan kalkması için, iki devlet adamı vizeleri kolaylaştırma konusunu görüşürken, birinin “Vizeleri tamamen kaldırsak olmaz mı?” diye sorması ve ötekinin de “Niye Olmasın!” demesi yetiyormuş.”
Topraklarımızda gözü olan bir Ermeni daha!
Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad'a “Vizeleri tamamen kaldırsak olmaz mı” diyerek bu utancı noktalayan isim Başbakan Tayyip Erdoğan'dı.
Ancak aynı günlerde aynı hükümet aynı vizeyi, çok önemli bir kişiden telafi edilemeyecek bir hatayla esirgedi.
Ağustos ayında Yunanistan'da yaşamını yitiren Kürt müziğinin önemli ismi Aram Tigran'ın vasiyeti, atalarının memleketi Türkiye'ye gömülmekti. Ancak “mevzuat uygun olmadığı için” buna izin verilmedi.
Topraklarımızda gözü olan bir Ermeni'nin daha gözü arkada kaldı!..