21 Mart 2012

REFAHYOL bir çürümenin koalisyonu olarak 28 Şubat'a direnemezdi...

28 Şubat kararlarının 15. yıldönümünde, Refah Partisi\'nin müteveffa lideri Necmettin Erbakan ile Doğru Yol Partisi\'nin lideri Tansu Çiller yönetiminde kurulan...

 

28 Şubat kararlarının 15. yıldönümünde, Refah Partisi'nin müteveffa lideri Necmettin Erbakan ile Doğru Yol Partisi'nin lideri Tansu Çiller yönetiminde kurulan REFAHYOL koalisyonunun karşı karşıya kaldığı baskı üzerine çok şey yazıldı. Yazılanlar eşliğinde yapılan tartışmalar, sivillerin neden askere boyun eğdiği, en azından hükümetin neden istifa etmediği sorularını da içeriyor.

Meşru bir sorudur bu. Erbakan ve Çiller, evet 28 Şubat'ta mağdur oldular, ancak Türkiye'nin demokrasi sorunu içinde sivillerin ne kadar geniş bir yer kapladığını da gösterdiler.

Peki, o siyaset askere direnebilir miydi?

Direnemezdi, zira çürümüştü. Erbakan'ın yanından ayrılan Tayyip Erdoğan ve arkadaşlarının 14 Ağustos 2001'de kurdukları AKP'nin doğuşu ve yükselişinde bu çürümenin de önemli bir etkisi bulunuyor.

O çürümüş defterin son  sayfası, 28 Şubat'ın 15. yıldönümünde açıldı. Önce Saadet Partisi Yüksek İstişare Kurulu Başkanı Oğuzhan Asiltürk “Erbakan'ın çocuklarının cihad paralarını zimmetine geçirdiğini” fısıldadı. Ardından Hoca'nın büyük kızı ve Saadet Partisi Kadın Kolları Genel Başkanı Zeynep Erbakan, “mirastan mal kaçırmak”la suçladığı kardeşleri hakkında suç duyurusunda bulundu.

Peki siyaset nasıl çürümüş, REFAHYOL nasıl kurulmuştu da, iktidar koltuğuna sarılırken askerin dayattığı 28 Şubat kararlarının altına imza atmak bir kurtuluş gibi görülmüştü?

Filmi biraz geriye saralım. 24 Aralık 1995 seçimlerini hatırlayın. Milli Görüş'ün o güne kadarki en büyük seçim zaferini kazandığı 1995'te hiçbir partinin oyu yüzde 22'yi bile bulmamıştı. Geçerli oyların yüzde 21,38'ini alarak birinci olan Refah Partisi'ni ANAP (19,65), DYP (19,18), DSP (14,64), CHP (10,71), MHP (8,18) ve HADEP (4,17) izlemişti.

Yukarıdaki sıralamanın ilk dördünü oluşturan partiler, bugün kadrolarıyla birlikte neredeyse tamamen tasfiye olmuş durumda. Refah kapıtıldıktan sonra kapatılana kadar Fazilet olup ardından Saadet'e erene kadar, bir de HAS Parti'yi doğurarak yok olmanın eşiğine geldi. ANAP ve DYP tarihe karıştı, DSP'nin 2012 seçimlerinde aldığı oy yüzde 1'e bile ulaşamadı.

 

Genelkurmay Başkanı'ndan Çiller'e sivil ziyaret

 

Hasan Cemal'in, “Türkiye'nin Asker Sorunu” adlı kitabı (Doğan Kitap / 2010)  bu döneme ilişkin çok sıkı bir siyasal bellek çalışması olarak ibret verici ayrıntılarla doludur.

Kitabı okuduğunuzda 28 Şubat 1997'deki Milli Güvenlik Kurulu kararlarıyla anılan sürecin, aslında 24 Aralık 1995 gece yarısı başladığını görürsünüz. Zira Refah Partisi'nin seçimlerden birinci çıkması üzerine Erbakan'ın Başbakan olmaması için askerde kıpırdanma başlar. Nitekim Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'den hükümeti kurma görevini alan Erbakan, diğer partilerle koalisyon arayışı için turlara başlar, ancak sonuç alamaz. Tansu Çiller de, Mesut Yılmaz da kendisiyle hükümet kurmayacaklarını Erbakan'a iletirler.

Bu arada, sandıktan hemen hemen aynı oyla çıkan ANAP ile DYP arasında çoktan Başbakanlık pazarlığı başlamıştır. Yılmaz cephesi nettir; “Çiller Başbakanlık'ta ısrarlı olursa ANAP Erbakan ile koalisyon kurar.”

Bugün hâlâ tam olarak aydınlatılamayan Sabancı Center cinayetleri işte bu sırada işlendi. Tam bu arada, dönemin Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı, 7 Ocak 1996 akşamı, sivil kıyafetle Çiller'le görüşmek üzere Başbakanlık Konutu'na gider. Cemal'in kitabından aktarıyorum:

“Refah Partisi'nin iktidar ortağı olmasına kesin karşıyız. Eğer Yılmaz'la anlaşamazsanız, o zaman yine erken seçim olsun. Cumhurbaşkanı Demirel'e aynı şeyi söyleyeceğiz.”

Rota artık belliydi, birbirinden nefret eden iki lider, Yılmaz ve Çiller 27 Şubat 1996'da “dönüşümlü başbakanlık” formülüyle ve Bülent Ecevit liderliğindeki DSP'nin dışardan desteğiyle koalisyon kurmak üzere anlaştı. Başbakanlık koltuğuna önce Yılmaz oturacak, Çiller Başbakan olana kadar hükümete girmeyecekti.

53. Cumhuriyet Hükümeti ANAYOL koalisyonuyla 6 Mart 1996'da böyle kuruldu. Ancak Yılmaz ve Çiller'in birbiriyle kavgası sürerken RP'nin yolsuzluk dosyalarına ilişkin soruşturma önergeleri peşpeşe Meclis'e geliyordu. TEDAŞ ve TOFAŞ skandallarının ardından ne olacağını, dönemin RP Genel Başkan Yardımcısı Abdullah Gül, Hasan Cemal'e şöyle açıklıyordu (Sayfa 214):

“TOFAŞ'ın arkasından Varan-3 geliyor. Yani Çiller'in malvarlığıyla ilgili soruşturma önergesi...”

 

Örtülü ödenek skandalı ve ANAYOL'un vedası

 

İkinci örtülü ödenek skandalı, işte tam bu sırada patladı. İlki malum; dolandırıcılıktan hüküm giyen Selçuk Parsadan, 24 Aralık 1995 seçimlerinden birkaç hafta önce, kendisini telefonda “Orgeneral Necdet Üruğ” diye tanıtarak Başbakan'la, yani Çiller'le görüşmeyi başardığında yaşandı. Parsadan, “orgeneral” olarak Çiller'e “emekli ve muvazzaf askerlerin seçimlerde DYP'ye çalışmak istediklerini, ancak paraya ihtiyaçları olduğunu” söyler ve örtülü ödenekten 5,5 milyar lira alır. Bugün hayatta olmayan Parsadan, bu dolandırıcılıktan dolayı yargılandı ve mahkûm oldu, ancak örtülü ödeneği siyasi çıkar için kullanan kimse yargılanmadı.

İkinci skandal daha da  büyüktü. Zira, Çiller'in, Başbakanlık görevini Yılmaz'a devretmeden hemen önce örtülü ödenekten 500 milyar lira çektiği iddia ediliyordu. Kesin bir dille reddetti Çiller:

“Örtülü ödenek Başbakan'ın haysiyetine emanet ediliyor. Bunu söyleyenler sadece şerefsiz değil, milliyetsizdir de. İftiranın böylesinden Allah saklasın insanı...”

Ancak Çiller'in bu sözlerinden sonra, Hürriyet, bugün Habertürk Ankara Temsilcisi olan Muharrem Sarıkaya'nın imzasıyla örtülü ödenekten 500 milyar liranın çekildiğine ilişkin ödeme emrini yayımladı. Hürriyet'te 11 Mayıs 1996'da yayımlanan belge 13 Şubat 1996 tarihini taşıyordu. Yani Çiller Başbakanlık görevini Yılmaz'a devretmeye hazırlanırken inkâr ettiği bu parayı örtülü ödenek hesabının tutulduğu Vakıfbank Merkez Şubesi'nden çektirmişti!

Belgeden önce “şerefsiz ve milliyetsizlerin iftirası” diyen Çiller belge yayımlanınca “Nereye harcadığımı açıklarsam savaş çıkar, dünya birbirine girer” diyecekti!

ANAYOL hükümeti, kurulduktan yaklaşık üç ay sonra yolun sonuna gelmişti. Çiller, örtülü ödenek belgesini Başbakanlık koltuğuna oturan Yılmaz'ın sızdırdığını düşünüyor, Yılmaz “Çamurun üzerinde oturmam” diyordu.

Ucunda Refah Partisi görünen yolu iki taraf da açmış görünmek istemezken, Anayasa Mahkemesi'nin kararı geldi. Mahkeme, DSP'nin ANAYOL için yapılan güvenoylamasında kullandığı çekimser oyları “güvensizlik” oyu saydı. Yani hükümet, TBMM'den güvenoyu almamış sayılıyordu!

Bu kararın ardından haziran ayı başında DYP'nin hükümetten desteğini çekmesiyle ANAYOL koalisyonu kurulduktan 3,5 ay sonra karşılıklı suçlamalar eşliğinde dağıldı.

 

Karşılıklı aklamalarla çürüyen siyaset

 

Görev yine Erbakan'ındı.Tartışılan serveti ile özelleştirme ihalelerindeki yolsuzluk bulgularına ilişkin soruşturma önergeleri havada uçuşurken Çiller'in Erbakan ile anlaşması bu kez zor olmadı. Formül aynıydı; dönüşümlü Başbakanlık. Koltuğa, doğal olarak önce Erbakan oturdu.

Peki sonra ne oldu?

Hayır, 28 Şubat'tan söz etmiyorum. O önergeler, yolsuzluk dosyaları ne oldu?

Teker teker temizlendi. Misal, “mafyayla irtibat” uyarısı yapan istihbarat raporuna rağmen Türkbank'ın Korkmaz Yiğit'e satılmasıyla suçlanan Mesut Yılmaz, Yüce Divan'a gitmekten Çiller'in DYP'sinin oylarıyla kurtuldu!

TBMM'ye yaptığı mal beyanında Türkiye'den ABD'ye uzanan bir coğrafyada milyonlarca dolarlık servetini sakladığı ortaya çıkan Çiller'in tartışılan serveti,Yılmaz'ın ANAP'ının, Erbakan'ın Refah'ının desteğiyle aklandı!

Oysa Çiller servet tartışmasından o kadar bunalmıştı ki, bir ara ABD'deki varlığını satıp Şehit Anaları Vakfı'na bağışlayacağını bile duyurdu. Elbette hiçbir zaman bu bağışı yapmadı. Eşi Özer Uçuran Çiller, TBMM'de kurulan komisyona, servetlerini “kayınvaledisinin çıkınında” bulduklarını söyledi ve dosya kapandı!

Sahi, Çiller'in Başbakanlık koltuğunu devretmeden hemen önce örtülü ödenekten 500 milyar lira çektiğini duyuran isim kimdi?

Erbakan'ın sağ kolu Şevket Kazan!

Aynı Kazan, 28 Haziran 1996'da kurulan REFAHYOL koalisyonunda Adalet Bakanı olacak, hükümete Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı olarak giren Çiller'in karşısında önünü ilikleyecekti.

Para ve iktidar hırsı herkesi susturmuştu. O kadar ki, 28 Şubat'ta iktidarlarına el koyan kararları kardeş kardeş susarak imzaladılar. Ellerinde kalan tek iktidar olan istifayı düşünmediler.

Bugün Erbakan'ın sağ kolu “cihad paralarının zimmete geçirildiğini” düşünüyor, Hoca'nın çocukları birbirini mal kaçırmakla suçluyor...

Çiller'den gelen son haber, TBMM'ye yaptığı mal beyanında sakladığı Kuşadası'ndaki çiftliğinde kaçak şarap üretirken yakalandığıydı...

Vesayet karşısında hiç olmazsa yenilmeye bir kez bile cesaret edemedi bu siyaset. Üstelik iş işten geçtikten sonra hep yenildi.

Çürüme, darbelerin eseri olduğu kadar umududur da!

28 Şubat'a çekilecek toplam çizgisinin altında bu da var...

 

 

Yazarın Diğer Yazıları

Tolga’yla birlikte bütün hayal kırıklıklarının en güzelini yaşıyoruz!

Çalışmalarıyla mesleğini onurlandıran bir gazeteci, hâkimin büyük bir maddi hatayı da tutanağa geçirdiği bir kararla tutuklandı. Tutuklama talep edenler ve tutuklama kararı verenlere göre, Tolga Şardan “istihbarat örgütünün Cumhurbaşkanlığı’nın talimatıyla yargıdaki yolsuzluk iddialarını araştırdığını yazarak” halkı korku ve paniğe sevk etti!

T24 14 yaşında; nasıl da yılları buldu bir mısra boyu macera…

Bağımsız, sorumlu, güvenilir, yüksek profesyonel ve etik standartlarda gazetecilik, sadece gazetecilerin değil toplumun bütün katmanlarının meselesi haline gelmedikçe, sesimizi kısanlar sadece başkaları olmaz!

Schengen vizesi eziyeti için gazetecilere çağrı, AB başkentlerine mektup

Sığınmacı sorunuyla, üstelik milyonlarca insan eşliğinde Türkiye de muhatap. Ancak bu durumun, örneğin Federal Almanya’nın Volkan Konak, Deniz Türkali gibi sanatçıların da vize başvurularını reddetmesiyle nasıl bir ilgisi olabilir? AB ülkeleri diplomatlarının, sürekli mesai yaptıkları gazetecilere, vize talebi söz konusu olduğunda, “Bizim için Edirne sınırına kadar gazetecisiniz” anlamına gelen tavrı vize rejiminin amaçlarına uygun mu? Peki gazeteciler ve meslek örgütleri, yıllardır süren bu kötü muameleye karşı neden sessiz, neden bu eşitsiz ilişkiyi reddetmiyorlar?