Ahmed Arif’in “Karanfil Sokağı”, tam ortasından, Ankara’dan, bu ülkeyi anlatan en güzel şiirlerden biridir.
“Karanfil sokağında bir camlı bahçe
Camlı bahçe içre bir çini saksı
Bir dal süzülür mavide
Al – al bir yangın şarkısı,
Bakmayın saksıda boy verdiğine
Kökü İncesu’da, Altındağ’dadır…”
Karanfil Sokağı’ndayız. Sene 1943.
Azra Erhat’ın zemin kattaki evi. Öyle bir ev ki, sanki Karanfil Sokağı’ndan kalkıp Ahmed Arif’in şiirine konmuş. Kapıdan başka pencereden de giriliyor bu eve.
Orhan Veli örneğin, hep pencereden giriyor. Komşu
Sabahattin Ali, hep pencereden anlatıyor siyasetçilerin ya da bar kızlarının hayatını.
Evet, sene 1943, aylardan Şubat. Ankara’da diz boyu kar var. Siyasi görüşleri nedeniyle Çorum’a (Mecitözü) sürgün edilmiş
Abidin Dino, Kayseri’ye (Develi) sürgün edilmiş şair ağabeyi
Arif Dino ile geliyor Azra Erhat’ın evine. Evde İstanbul’dan gelen Güzin ile buluşulacak ve sözü Arif alacaktır: Abidin ile evlenir misin!
Abidin Dino adına hep Arif Dino konuşuyor ama, anılarında (Gel Zaman Git Zaman - Can Yayınları) diyor ki Güzin; ben de Ankara’ya evlenme teklifi yapmaya gitmiştim!..
Kabul ediyor Güzin, üçü birlikte kutluyorlar. Sürgün yerlerinden sadece iki gün izin alarak Ankara’ya gelen iki kardeş, bu küçük kutlamadan sonra otellerine gitmek üzere ayrılıyorlar Karanfil Sokağı’ndan.
Azra Erhat karşı çıkar bu evliliğe; “İstanbul Edebiyat Fakültesi’nde
Erich Auerbach’ın asistanı olmuşsun,
Baudlaire üzerine ders veriyorsun, babanın evi rahat” der. “Sürgün edilmiş Abidin’le evlenip rahatını bozma” demeye getirir.
“İki Sabahattin” ise farklı düşünmektedir bu konuda.
Sabahattin Eyüboğlu karşı çıkar,
Sabahattin Ali ise evlilikten yanadır.
Abidin Paşa’nın Abidin Paşa’ya sürgün torunu
Babası önce istemese de, Güzin’in ailesi destekler bu izdivacı. Ailede “Abidin Paşa’nın hafidiyle (=erkek torun) evleniyor. Bizim aile için şereftir” denilir.
Nihayet evlenirler. Abidin Dino, sürgünlüğünü Çorum-Mecitözü’nden Adana’ya aldırır. Adana’da idareten tuttukları evden çıktıktan sonra Abidin Paşa Caddesi (evet, Abidin Paşa!) üzerindeki evlerine yerleşirler.
Toroslar’dan kilim taşıyan sıska delikanlı
Güzelim Adana yılları… Toros Dağları’nı dolaşıp köylerden rengârenk kilimler taşıyan 17 yaşındaki delikanlıyı “Göğceli” diye çağırırlar. Köylerden çok güzel türküler, dokunaklı ağıtlar da toplayan bu sıska delikanlı, Adana’da ortaokulu bitirmeye çalışmaktadır.
Güzin Dino’nun ifadesiyle “Torosları doruktan eteğe, Çukurova’yı ovadan yaylaya, dere dere, ırmak ırmak, çiçek çiçek, ağaç ağaç, böcek böcek ezbere bilen” Göğceli, ortaokulu bitirmek için kalan tek ders olan coğrafya sınavına girmez.
Peki ne olur Göğceli?
Güzin Dino “Gel Zaman Git Zaman”da anlatıyor:
“Gerçek coğrafyaydı tutkusu. Göğceli ortaokul coğrafyasını bilemedi, ama kendi coğrafyasını yaşayınca, hele yazınca
Yaşar Kemal oldu!..”
Evet Abidin Dino ve Yaşar Kemal ile edebiyat ve sanat meraklısı gençlere Bursa Hapishanesi’nde yatan
Nâzım’ın yanından gelen
Orhan Kemal de katılmış, “ilgilileri” tedirgin eden “Adana Akademisi” dedikleri bir topluluk oluşmuştur.
Asker Abidin ve Güzin bekçi gözeteminde
Göğüs hastalığı nedeniyle raporla “çürüğe ayrılmış” Abidin Dino, bu sırada bir sürprizle karşılaşır; devlet kendisini de askere almaya karar vermiştir!
Apar topar Kayseri’ye götürülür, ancak bir ay haber alınmaz kendisinden. “Kabakulak salgını koğuşu”na kapatılmıştır. Dışarı çıkmak yasak, yazmak yasak…
Ressam olduğu için askerdeki ilk işi ranzaları boyamak olur!
Güzin Dino, Toros Ekspresi ile bir sabah üçte Kayseri’ye ulaşır. Abidin Dino yanında bir erle karşılar eşini. Yüzbaşı “bir askerin yanından hiç ayrılmaması” koşuluyla eşini karşılamasına izin vermiştir. Güzin’e “Bu benim bekçim” der.
Üçü bir faytona biner, yüzbaşının seçtiği, inzibat bölüğüne yakın, han gibi bir otele giderler. Yere serilmiş yataklarda uyuyan insanların üzerinden atlayarak odalarına ulaşırlar. Ulaşırlar, ancak onlar gelene kadar yatakları iki kişiye daha kiralanmıştır. İki kişi uyandırılır, ellerinde pabuçları, ceketleriyle ve askılarıyla don gömlek dışarı çıkarlarken Abidin ve Güzin Dino, bekçileri Şükrü’yle odaya girerler. Dino’lar yatağın kenarına ilişir. Er Şükrü de sandalyeye oturur. İki askerin, Abidin ve Şükrü’nün, sabah altıda “kalk” borusu çalmadan kışlaya dönmesi gerekmektedir, dönerler.
Ertesi gece izni için yüzbaşıya başvurmaları gerekir. Başçavuş, “eşiniz er olduğu için yanınızda yürüyemez, siz önden yürüyün” diye uyarır, Güzin önde, Abidin ve Şükrü arkada yola koyulurlar.
Yüzbaşı izin vermez.
Böyle bir askerliktir, gelir geçer…
O yıllarda Ankara ve Sabahattin Ali cinayeti
1950 seçimleri yaklaşmaktadır, Nâzım’ın cezaevindeki açlık grevi başlar.
Abidin Dino, Melih Cevdet,
Oktay Rıfat ve
Orhan Veli destek için bir komite kurar. “Garip” şairleri destek için üç günlük açlık grevi de yaparlar.
Bursa Hapishanesi’ndeki Nâzım’ın bırakılması için Çankaya’dan beklenen haber gelmez ve Nâzım İstanbul Paşakapısı Cezaevi’ne nakledilir.
Ankara’da toplanan sanatçı ve edebiyatçılar devleti rahatsız eder. Abidin Dino Adana sürgününden dönmüştür. Orhan Veli, Melih Cevdet ve Oktay Rıfat da orada
. Cahit Sıtkı Tarım Bakanlığı’nda çalışıyor. Milli Eğitim emrindeki Sabahattin Ali Karanfil Sokağı’nda.
Gençler Abidin Dino’nun resimleriyle süsledikleri bir dernek kurarlar. Ancak Polis Okulu öğrencileri derneği basıp, resimleri parçalar.
Genç yaşında Türk edebiyatının en önemli isimlerinden biri olmuş Sabahattin Ali, baskılara, takiplere, soruşturma ve davalara dayanamayarak Türkiye’den kaçmaya karar verir. Satın aldığı bir kamyon ve tuttuğu şoförle Bulgaristan sınırına gidecek ve Türkiye’yi terk edecektir. Kamyon yola koyulur. Ancak uzun bir süre haber alınamaz Sabahattin Ali’den. Ve “Milli Emniyet’e çalıştığını” söyleyen
Ali Ertekin tarafından öldürüldüğü haberi gelir. Sene 1948.
‘Ya tutuklayın beni ya da pasaportumu verin’
Adana sürgününden sonra Ankara’da Konur Sokak’a yerleşen Abidin Dino da her an takip edilmektedir. Kimi günler peşinde üç polisli bir cip dolaşır. O da dayanamaz, kafasına koyar, terk edecektir memleketi.
Demokrat Parti iktidara gelmiştir. Pasaport için başvurur. Ancak bir türlü yanıt alamaz. İçişleri Bakanı
Feyzi Lütfü Karaosmanoğlu haftada bir gün vatandaşın sorununu dinlemektedir. Kalkıp bakana gider ve isyan eder:
“Ya tutuklayın beni ya da pasaportumu verin…”
Karaosmanoğlu’na polis takibini anlatır, “Sabah akşam izliyorlar beni. İsterseniz açın kapıyı, dışardıda bekliyor polis” der. Heyecanla kapıya davranan İçişleri Bakanı, sonra vazgeçer ve “Beni de böyle izlemişlerdi” diyerek yerine oturur.
Sonunda bakan talimat verir ve Abidin Dino’nun tam iki yıl önce istediği pasaport nihayet çıkar. Ama, iki yılı da üzerine işledikleri için sadece üç ay geçerliliği kalmıştır!
Bir süre sonra telefon gelir polisten, “Getirin pasaportu süresini uzatacağız…”
Götürür, ancak şube müdürü pasaportu çelik çekmecesine koyar ve bir daha vermez. Defalarca başvurmasına rağmen pasaportunu alamayınca tekrar İçişleri Bakanı’na başvurur Abidin Dino. Bakan polise sinirlenir ve bir kez daha kurtarır pasaportu.
Derhal İstanbul’a gidilir ve uçak bileti ayarlanır. Güzin Dino, Yeşilköy Havaalanı’nda uçağın kalkmasını bekler. Ancak uçak bir türlü hareket etmez. O da ne, valizlerin uçaktan indirildiğini görür, birazdan da Abidin Dino camın öte yanından el sallar; “Pasaportumda eksiklik varmış!..”
Uçak gider elbette. O ise bir kez daha İçişleri Bakanı’nın özel kalem müdürünü arar ve bu kez Sansaryan Hanı’na yönlendirilir. Yine bakanlığın araya girmesiyle pasaportuna kavuşur. Ertesi güne bilet ayarlanır, bu kez gidecektir Türkiye’den.
Abidin ve Güzin Dino, son akşamlarında , Yeniköy’deki rıhtımın önünde bir banka otururlar. Abidin Dino, “Belki yine bu banka otururuz bir gün. Belki ikimiz de sarsak ihtiyarlar olarak geliriz bu banka. Tabii bu bank rıhtımda kalırsa” der. Ve ertesi gün ülkesinden gider.
‘Evinizde zararlı seramikler varmış’
Güzin Dino Ankara’ya döner, Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’nde ders vermektedir. Bir gün fakültedeki odasının önünde sivil polislerle karşılaşır.
- Efendim, evinize gittik, anneniz bizi içeri almadı…
- Neden girmek istiyorsunuz eve?
- Seramikler varmış… Üstlerinde zararlı işaretler olduğu ihbar edildi! Götüreceğiz…
- Savcılıktan kâğıdınız var mı?
- Var.
Polisler ve fakülte önündeki iki ciple Dino’ların evine gidilir. Pencere kenarlarına dizilmiş ve bir bölümü Fransa Büyükelçiliği’ne, bazıları İş Bankası’na satılmış 77 parça irili-ufaklı seramik… Türkiye’de ilk kez çağdaş çizgi ve renk anlayışıyla yapılmış “Abidin Dino” imzalı seramikler, davetiyeleri bile basılmış sergi için beklemektedir.
Tek tek sarılarak, polisin kolileri yetmeyince komşulardan ek koli, kutu ve sepetler alınarak derdest edilen seramikler emniyete götürülür. Hepsinin niteliği ayrı ayrı belirtilerek tutanak tutulur ve sabah onbirde başlayan “seramik tutuklama” operasyonu akşam altıya doğru biter.
‘Seramiklerde komünist propagandası var’
Seramiklerle nasıl bir suç işlendiği söylenmez Güzin Dino’ya. Ama ertesi gün gazetelerden ilan edilir:
“Seramiklerin üstündeki çizgilerde komünist propagandası var!..”
Gazeteler, Dil ve Tarih Cografya Fakültesi’nde ders vermekte olan Güzin Dino’nun eşiyle Avrupa’ya kaçtığını bile yazmaktadır!
Polis Koleji’nden bilirkişi
Savcılık, tümü Polis Koleji’nde öğretim görevlisi olan isimlerden oluşan bir bilirkişi heyeti oluşturur. Güzelim seramikler Adliye binasının koridoruna dizilmiştir. Seramikleri beklemekle görevli polis, merak edip soranlara “Komünist propagandası” açıklaması yapar!
Savcı bilirkişi heyetini “propaganda öğretmeni”, “kimya profesörü” v.s. diye tanıtınca Güzin Dino sorar; güzel sanatlar uzmanı ya da en azından bir resim öğretmeni yok mu?
Yoktur!
Güzin Dino bu heyete karşı çıkar ve durumu çevresine haber verir. Bunun üzerine savcılık ortaokul resim öğretmenleri ve Ulus gazetesinin desinatörünün bulunduğu yeni bir bilirkişi heyeti tayin eder. Heyet “Abidin’in seramiklerine orak-çekiç resimleri çizildiğine” karar verir!
Abidin Dino’nun “ağır ceza”da yargılanması için Türkiye’ye getirilmesi gündeme gelir.
Güzin Dino tekrar itiraz eder. Eş-dost yardımıyla savcılık nihayet Güzel Sanatlar Akademisi’nden bir bilirkişi heyeti toplar.
‘A kızım, kocan da gül, bülbül resimleri çizse ya…’
Yeni heyetin kararı uzar. Bu arada, vaktiyle babasının ahbabı olan Adliye Bakanı Güzin Dino’yu çağırır ve sorar:
“Seramiklerin üzerindeki o anlamsız çizgiler nedir?
“Soyut” çizgiler olduğunu anlatmaya çalışır Güzin Dino. Bakan’ın cevabı, “A kızım, senin kocan da, gül, bülbül resimleri dururken ne diye köşeli, kıvrımlı anlamsız çizgiler çiziyor” olur!
Adliye Bakanı, Güzin’i, telefon açtığı Başsavcı’ya gönderir. Başsavcı’nın arkasında, duvarın dibinde, karanlık yüzlü tuhaf biri kendilerini izlemektedir. Başsavcı, elinde Abidin’in seramiklerinden bir parça, Güzin’i masaya doğru çağırır ve “Maalesef seramiklerin üzerinde orak-çekiç tespit edildi” der.
‘İşte buyrun, orak-çekiç imzanın harflerinde’
Başsavcı, orak-çekici göstermek üzere çaydanlığı kapağıyla birlikte avucunun içinde başaşağı etmeye çalışır, neredeyse kapağı düşürecektir, beceremez. Sonra kapağı bir elinde tutup öbür elindeki çaydanlığı ters çevirmeyi akıl eder ve durumu açıklar:
“İşte, buyrun efendim. Yazı ve resim uzmanlarının belirttikleri gibi, imzanın ‘d’ harfinin uzantısı çekicin kulpu, ‘n’ harfinin yukarıya doğru kıvrılıp uzaması da orağın ta kendisi!”
Güzin, Abidin Dino’nun kırk yıllık imzasından söz eden Başsavcı’ya sorar:
“Peki bu acaip görüşü kabul etsek bile, bunun propagandası nerede? Çaydanlığın içine sıcak su doldurulacak ve de ters yüz edilip halk kitlelerine propaganda mı yapılacak? Üstelik 600 liraya satılmış bir çay takımı kime ve nasıl seslenecek de, propaganda oluşturacak? İmzaların hepsi yapıtların altında gizli, nasıl propaganda ve suç unsuru olabilir?”
Duvar dibindeki adam bu sırada toz olmuştur, Başsavcı da “Öyleyse çaresiz Güzel Sanatlar Akademisi cevap verecek meseleye efendim” der.
Nihayet akademi seramiklerde suç unsuru olmadığına karar verir, ancak dosya kapanmaz. Ta ki, Abidin Dino 19 yıl sonra sergi yapmak için ilk kez Paris’ten Türkiye’ye gelene kadar. Abidin Dino İstanbul’da uçaktan iner inmez Sansaryan Han’a götürülür, uzun bir sorguya alınır ve birçok parçası “gözaltında kaybedilen” seramiklerin dosyası bu sorgunun ardından, yani tam 19 yıl sonra kapatılır!
Uzun bir hikâye oldu, biliyorum.
Ama yayımlanmış ve yayımlanmamış kitapları için 200 gün önce tutuklanan meslektaşlarım
Nedim Şener ve
Ahmet Şık için, son günlerinde yanından koparıldığı eşinin cenazesine bile dipçik gölgesinde mahkûm aracıyla götürülen
Doğan Yurdakul için yazdım bu yazıyı…
O yılların muktedirleri, ne
İsmet Paşa, ne
Celal Bayar, ne
Adnan Menderes “Bombadan daha tesirli seramikler vardır” demiş mi diye çok aradım, bulamadım.
Çağdaş Türk resminin öncülerinden Abidin Dino, Picasso dahil, dünyanın en büyük ressamlarıyla da çalışmış büyük bir sanatçıydı. 1993 yılında Paris’te hayatını kaybetti, şimdi, hayattayken huzur verilmeyen ülkesinde, Aşiyan’da yatıyor.
Ve bakın Abidin Dino, ta o günlerden Nedim’lere ve Ahmet’lere güzel günleri nasıl haber veriyor:
" Her zaman felaketleri düşünmemek gerek. En korkunç acılardan sonra tüm bu yaşadıklarımız olağanüstü güzellikte bir yaşama dönüşebilir."
Nâzım Hikmet’lerin, Abidin Dino’ların, Sabahattin Ali’lerin binbir çileden geçmiş hayatları da bize bunu göstermiyor mu? Acılar ve haksızlıklar ne kadar büyük olursa olsun, bu dünyaya “insan” olarak yakışabilenlerin üzerinde olağanüstü bir hayatın hâl tercümesine dönüşüyor.
Karanfil Sokağı’yla girmiştik, Karanfil Sokağı’ndan çıkalım:
“Döğüşenler de var bu havalarda
El, ayak buz kesmiş, yürek cehennem
Ümit, öfkeli ve mahzun
Ümit, sapına kadar namuslu
Dağlara çekilmiş
Kar altındadır…”