Genelkurmay Başkanlığı'nın “PKK saldırıları artarak devam edecek” açıklamasının üzerinden 24 saat geçmeden İran-Irak sınırındaki askeri üsse baskında ve sonrasında 11 asker şehit oldu. İlk açıklamaya göre PKK'nın verdiği kayıp sayısı 12.
PKK'dan gelen tehditlerden, Türk ve Kürt aydınlarının açıklamalarından sonra Genelkurmay Başkanlığı'ndan gelen tahmin, dökülen kanın hiç sürpriz olmadığını gösteriyor. Ülkemizin, insanların beşer-onar kişilik gruplar halinde katledilmesinin “beklendiği” bir konjonktüre girmesi kadar acı bir şey olamaz, ancak gerçek bu!
Ocak ayından beri gelen çatışma haberleri ve son bir ayda yoğunlaşan saldırıların coğrafi dağılımına bakıldığında karşımıza çıkan gerçek, PKK'nın dağ kadrosu ile içerdeki ekibinin aynı anda “iş başında” olduğudur. Zira coğrafya, İskenderun'dan Tunceli ve Giresun'a uzanan saldırıları Kuzey Irak'tan gelen teröristlerin yaptığını düşünmemize olanak vermiyor. Nitekim Mesud Barzani de İstanbul'da buluştuğu gazetecilere İskenderun ile Kuzey Irak arasındaki mesafeyi göstererek sorunun “Türkiye'nin içinde” olduğu mesajını vermiş, ardından “1 milyon kişilik Türk ordusunun baş edemediği PKK ile peşmergenin baş etmesinin nasıl beklendiğini” sormuştu.
'Demokratik özerklik' ilanı ve iç savaş uyarısı
Saygın Kürt aydınlarından Orhan Miroğlu, geçen hafta T24'ten Selin Ongun'a verdiği söyleşide, perşembenin gelişini haber vermiş, “PKK'nın Türkiye'de şiddetli bir savaşa hazırlandığını” söylemişti. Miroğlu, PKK'nın “demokratik özerklik ilanı”na işaret ederken “Diyarbakır merkezli” böyle bir pozisyon alışın Türkiye'yi bölünmenin, dolayısıyla iç savaşın eşiğine getireceğine dikkat çekmişti.
Geldiğimiz nokta, sorunun iktidar, muhalefet, asker ve PKK açısından irdelenmesini gerektiriyor.
Kandil, demokratikleşmeyi kendisinin sonu olarak görüyor
PKK'nın, AKP iktidarının yöneldiği açılım politikasını Reşadiye saldırısı ile sabote etmesi, “Kandil”in Türkiye'de atılan demokratikleşme adımlarını kendi varlığı açısından tehlikeli bulduğunu gösterdi. O sırada DTP'nin başında olan Ahmet Türk'ün, Kandil üstlenmeden önce Reşadiye saldırısını PKK'nın yapmadığını açıklayarak açığa düşmesi, Kürt politikacıların da ciddi bir “askeri kanat” sorunu karşısında bulunduğunu gösteren çok sayıda örnekten sadece birisi.
“Şiddet şantajı”, demokratikleşme yolunda atılan her adımı PKK'nın “taktik kazanım” olarak gördüğü ve gerçekte teröre asla son vermeyeceği yolunda kamuoyunda doğan kuşkulara meşruiyet kazandırıyor.
Hükümet, PKK'yı neyin tedirgin ettiğini unutmamalı
Kandil, “terör şantajıyla” demokratikleşme sürecini baltalayacağını biliyor ve bu yönde kararlı adımlar atıyor. Bu noktada siyasetin, şantajla dayatılan “kanlı” denklemi reddetmesi büyük bir önem taşıyor. AKP, açılım politikası ile Kürt sorununun çözümü yolunda umut yarattı, ancak varılan nokta ne yazık ki büyük bir hayal kırıklığı oldu. Habur'dan gelişleri planlayamayan, parlamentoda tek başına çıkaracağı yasal düzenlemelerde bile tutuk davranan iktidar, güvence alarak Kandil ve Mahmur'dan gelen insanların tutuklanmasını seyretmekle yetindi. Bu sonuç, akan kanın durmamasını isteyenlerin işine yaradı. AKP'nin, Kandil'i neyin tedirginliğe sevk ettiğini görerek bir rota tayin etmesi, büyük bir önem taşıyor.
Hükümetin, PKK'ya karşı mücadelesinde hayati önem taşıyan ABD ve İsrail ile ilişkileri Mavi Marmara gemisi üzerinden karaya oturtmasının, bu noktadan itibaren çok daha ikna edici gerekçelerle sorgulanacağına emin olabilirsiniz. “Bölge liderliğine soyunma” iddiasının tebessümle karşılanmaması ve dünyayla kavga eden hükümetin temsilcilerinin şehit cenazelerine katılamayacak hale gelmemesi için Başbakan Tayyip Erdoğan'ın önünde uzun bir zaman bulunmuyor.
ABD hükümete 'gerçek zamanlı istihbarat' cezası verdi mi?
İktidarın ülkeyi yönetemez hale düşmemesi; dış politika tercihinde Türkiye'nin güvenlik ihtiyaçlarını ihmal etmemesinden ve Kandil'in dayattığı “şiddet” denklemini reddederken şehit cenazelerini durdurabilmesinden geçiyor. Bu bağlamda, ABD ile daha önce varılan “gerçek zamanlı istihbarat paylaşımı”nın devam edip etmediğinin, Mavi Marmara ve İran tartışmasının bedeli olarak Türkiye'nin önüne bir “istihbarat” faturası konup konmadığının aydınlatılması da büyük bir önem taşıyor. Zira, son saldırı, sınır bölgesinin, eski Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt'ın ifadesiyle “BBG evi” gibi izlenemediğini gösteriyor. TSK'nın sınır ötesi operasyondan hemen sonra bu kadar büyük bir kayıp verdiği dikkate alındığında, sorunun önemi artıyor.
TSK, sınır ötesi harekâttan bir gün sonra sınır içinde vuruldu!
Sorunun askere ilişkin boyutunda da hayal kırıklığı yaratan bir tablo ile karşı karşıya bulunduğumuzu kabul etmemiz gerekiyor. Kuzey Irak'ta sınır ötesi operasyon yapan bir ordu, 24 saat geçmeden sınır içinde vuruluyor! Yaklaşık 30 yıldır terörle mücadele ederek büyük bir deneyim kazanmış olması gereken bir ordunun bu kadar kolay ve büyük zayiatlar vermesi kabul edilemez. Terörle mücadele için yetiştirilmiş general, subay ve astsubayların komutasındaki birliklerin verdiği kayıplar, bugüne kadar yaşanan güvenlik zaafları ve hataların hâlâ deneyime çevrilemediğini gösteriyor.
Ordu kendi askerini koruyamazsa...
Kayıp verilen her baskını sonuna kadar soruşturmamak, hata ve zaafları şeffaf bir tutumla ortaya çıkarmamak, can kayıplarında bu ihmalleri de pay sahibi yapıyor. Türk Silahlı Kuvvetleri'nin, kendisine emanet edilen canlara karşı, onları kaybettikten sonra da bir sorumluluğu bulunuyor. Evladını orduya teslim ettikten sonra cenazesini alan anne- babaların cami avlularında giderek artan “artık vatan sağ olsun, demiyoruz” feryatlarının, bu sorumluluğun yerine getirilmediği inancından kaynaklandığını unutmamak gerekiyor. “Cumhuriyeti kollama ve koruma vazifesi”, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin önce “askerini” koruyabilmesini gerektiriyor!
Kürt siyaseti 'askeri kanat' vesayetinden ne zaman kurtulacak?
Sorunun, Kürt siyasetçilere ilişkin boyutunda da iç açıcı bir manzara karşısında değiliz. Şiddete büyük bir alan boşluğu bırakan, hükümetin Kürt açılımı yöneliminde “Muhatabınız PKK'dır” gibi, gerçeklikle ilişki kurmaktan uzak bir tutum sergileyen Kürt siyaseti iyi bir sınav veremedi.
PKK'ya tabi, eleştiriye kapalı, yanlışlara işaret edenleri adeta “hain” ilan eden, Kürt aydınlarıyla sağlıklı bir ilişki kurmayan Kürt siyasetçilerinin de artık muhasebe yapması gerekmiyor mu? Kürt siyasetçilerin, Kürtlerin hayatına ilişkin her talebi politik bir simge haline getirerek küçük adımlar için bile Türk milliyetçiliğini kışkırtmaktan vazgeçmeleri, “askeri kanat” vesayetinden kurtulmaları ve “kendi Ergenekonları”nı sorgulamaları gerekiyor!
'Olağanüstü hal'den medet uman bir muhalefet
Kürt sorununa çözüm ve şiddete karşı açılım arayışlarına en baştan itiraz eden muhalefete gelince... Uygulandığı yıllar boyunca sonuç vermeyen “olağanüstü hal”in tekrar ilanını istemek ve Kürt sorununu -İspanya gibi ülkelerin deneyimlerini unutarak- sadece ekonomik nedenlere bağlamaktan öteye gitmeyen muhalefet önerileri, ne yazık ki umut vermiyor.
İktidardan muhalefete, şiddet şantajına kayıtsız kalan Kürt siyasetçilerinden askere kadar herkesin sınıfta kaldığı bu cehennem gençlerimizin hayatına mal oluyor, anneleri yaşarken öldürüyor.
Aynı şeyleri yaparak farklı sonuçlar alma hayalinin peşinde daha ne kadar sürükleneceğiz?