28 Şubat kararlarının 15. yıldönümü nedeniyle siyasette ve medyada yoğun bir darbe muhasebesi yapılıyor. Açıklama ve yazılarda dile getirilen görüşler, askeri vesayete karşı tavrın ilk kez böylesine geniş bir cephe oluşturduğunu gösteriyor. Bu noktadan bakarsanız, artık hesap soran bu ülkede asker bir daha darbe yapamaz. Ya da şöyle söyleyelim; bu ülkede bir kez daha darbeye cüret edenler çıkarsa, öncekilerin aksine, kendi hayatlarını garantiye alacak uzun bir süreden önce kışlasına veya evine dönemez!
Peki askeri vesayete karşı sergilenen bu muhasebenin kapsamlı ve hakkaniyetle yapıldığını söyleyebilir miyiz?
Ne yazık ki, hayır. Hasan Cemal, Türkiye'de asker sorununun aynı zamanda bir “sivil” sorunu olduğunu vurgular. (Türkiye'nin Asker Sorunu – Ey Asker Siyasete Karışma)
Bu “sivil” sorununun içinde hep birlikte varız; medya, iş dünyası, siyaset, sendikalar, cemaatler... Örneğin Cengiz Çandar'ın T24 editörlerinden Hazal Özvarış'a verdiği söyleşi, medya açısından tarihimize önemli kayıtlar düşüyor.
Cemaat özeleştiriden uzak duruyor
Darbe muhasebesinden kendimizi esirgediğimiz ölçüde inandırıcı olmaktan uzaklaşıyoruz. Askeri vesayete karşı kuvvetli bir tavır sergileyen Fethullah Gülen cemaati bünyesindeki yayınlarda bu türden bir esirgemeyi alabildiğine gözlemleyebilirsiniz. Cemaat, bugün altını çizdiği doğrular karşısında geçmiş için yapması gereken özeleştiriden uzak duruyor.
Bu noktayı, cemaatin yeni kuşak temsilcileri arasında öne çıkan isimlerden meslektaşımız Faruk Mercan'ın “Fethullah Gülen” kitabını referans alarak açmaya çalışacağım. Ancak ondan önce, hakkaniyet adına bir kayıt düşmem gerekiyor. Cemaatin kurumsal yüzü olan Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı'nın Başkanı Mustafa Yeşil, T24 için Selin Ongun'a verdiği söyleşide (25 Nisan 2010), Fethullah Gülen'in, 28 Şubat sürecinde asker baskı yaparken Necmettin Erbakan'a Başbakanlığı bırakması çağrısı yaptığı için üzüntü duyduğunu açıklamıştı. Yeşil o söyleşide, Gülen'in “Acaba böyle söylemem gerekir miydi? Bu açıklamalar bana düşer miydi” diyerek vaktiyle Erbakan'a karşı sergilediği tavır konusunda kendisini sorguladığını ilk kez duyurmuştu.
Malum, 28 Şubat sürecinde Gülen'in başörtüsü için “teferruat” demesi ve asker için kullandığı bazı ifadeler de, Başbakan Tayyip Erdoğan ve AKP'nin çekirdek kadrosunun içinde yetiştiği Milli Görüş'ün de aralarında olduğu İslamcı çevrelerde kızgınlık, en azından kırgınlık yaratmıştı.
Cemaat, askere ilişkin tavrı konusunda bugüne kadar kamuoyuna açık bir muhasebe yapmadı, özeleştiriden uzak durdu.
Halen cemaatin farklı kesimlerle diyalog ve fikrî tartışma zeminlerinden olan Abant Platformu'nun Genel Sekreteri olan Faruk Mercan'ın, “Gülen'in sıra dışı hayatı” ve “ABD'de geçirdiği yılların hikâyesi” alt başlığı da taşıyan Fethullah Gülen kitabı son derece önemli biyografik notlar içeriyor. Mercan'ın, yaklaşık 100 kişiyle görüştükten sonra Fethullah Gülen ile ABD'de buluşarak tamamladığını açıkladığı kitabın 1. baskısı Doğan Kitap tarafından Ağustos 2009'da yayımlandı.
Ayrı bir yazının konusu olmakla birlikte, kitapta Gülen'in gerçekten sıra dışı hayatına ve insanları nasıl etkilediğine ilişkin önemli bilgiler verildiğini not edelim.
Komünizmle mücadele örgütçüsü olarak Gülen
Gülen'in, Mercan'ın kitabında da dikkat çeken başat özelliklerinden birisi milliyetçiliği. Bugün Gülen hareketi içinde önemli bir çizgi olan milliyetçiliğin cematte “komünizmle mücadele dernekleri”ne uzandığını görüyoruz. Mercan, kitabında, 2. Dünya Savaşı'ndan sonra Paris'te okuyan Türk öğrencilerin “komünist fikirlere kapıldığı” haberlerinin “Türkiye'ye bomba gibi düştüğünü” anlatıyor ve sözü Fethullah Gülen'e getiriyor:
“O dönemde Türkiye'nin Paris Büyükelçisi Numan Menemencioğlu'nun girişimiyle 'Paris Türk Öğrenci Cemiyeti' kurularak Türk öğrenciler korumaya alınmıştı. O yılların Fransası'sında komünistler güçlüydü. Neredeyse Fransa'da iktidarı ele geçiriyorlardı. Gülen'in 60'lı yılların başında Komünizmle Mücadele Derneği'nin Erzurum'da şube açması için çaba harcamasının sebebi buydu. Bu bir siyasi faaliyet değil, Gülen'in 'asıl veba' dediği inançsızlığa karşı gençleri korumaktı...” (Sayfa 137)
Faruk Mercan; Gülen'in yazıları, vaazları ve sohbetleri üzerinden 12 Eylül 1980 darbesi ve sonrasında da ilk vurguyu aynı yere yapıyor:
“Evet, 12 Eylül'de komünizmin durdurulmuş olması, korkunç bir anarşiye dur denilmiş olması önemliydi. Ancak Gülen'e göre bu nihai çare değildi.” (Sayfa 169)
Gülen, darbeden 20 gün sonra Sızıntı dergisine “Son Karakol” başlıklı bir yazı yazdı. “Son Karakol” Anadolu'ydu. Ve Gülen'e göre “son karakolun kahraman bekçileri askerler”di. Kitaptan okuyalım:
“Gülen'e göre oynanan oyunun gerçek yüzünü ve vahşetini ilk sezen, 'Son Karakol'un kahraman bekçileri olarak askerler oldu. Demokratik sistemi tahrip pahasına da olsa, emir-komuta zinciri içinde bir ihtilalle duruma el koyarak komünist bir ihtilale 'dur' demişlerdi.
Gülen'in 12 Eylül öncesindeki en büyük endişesi, Türkiye'nin komünist bir ihtilale maruz kalmasıydı. Gülen, ihtilalci sol grupların sivillere askeri elbise giydirmek suretiyle onlara eğitim yaptırıp kendi aralarında birlikler, tümenler kurma projelerini duymuştu...” (Sayfa 169)
Mercan; “Eğer Silahlı Kuvvetler bu terör hareketini durdurmakta başarılı olmasaydı ne olacaktı” sorusuna Fethullah Gülen'in “Eğer Silahlı Kuvvetler halletmeseydi, durum kendiliğinden milletin silaha karşı silah kullanması noktasına gelecekti” cevabını verdiğini aktarıyor.
'İhtilalciler hükümetlerin yapamadığını yaptı'
Evet, 12 Eylül darbesi, “komünistlere karşı” Gülen'in desteğini almıştı. Darbe yönetiminin Gülen'in çok büyük takdirini kazanan bir de kararı oldu. Sözü yine Mercan'ın kitabına bırakalım:
“Gülen 12 Eylül öncesinde Lüleburgaz'dan geçerken aşırı solun bir gösterisini gördüğünde, âdeta donakaldığını belirtiyor. Bütün bu sebeplerle, demokratik sistemi tahrip etmek gibi bir dezavantajına rağmen, 12 Eylül'ün Türk toplumunu silkelediğini vurguluyor. Çünkü 12 Eylül Türkiye'nin tamamen komünist blokun bir uydusu haline gelmesi oyununu bozdu. Öte yandan imam-hatip okullarının yaygınlaşması ve okullara mecburi din dersleri konulmasıyla Türk gençliği, içine sürüklenmiş olduğu inanç boşluğundan bir ölçüde de olsa kurtulmuş oldu. Gülen, din derslerinin Anayasa'ya konulmasına öylesine önem veriyordu ki, 'İhtilalciler, Cumhuriyet hükümetlerinin yapamadığı bir işi yaptı' diyordu. Bu, tarihi bir yanılgıyı düzeltme çabasıydı ve bir insanı tek başına cennete götürecek kadar önemli bir olaydı. Çünkü Türk gençliği ilk defa bu şekilde din ve ahlak konusunda okulda bilgilenme şansı elde ediyordu...” (Sayfa 173)
Evet, Fethullah Gülen, “komünistleri durduran” 12 Eylül darbesini “Son Karakol'un kahraman askeri” olarak selamlıyor, “din derslerini zorunlu hale getirdiği” için alkışlıyordu.
Cemaatin anayasa önerisi ve zorunlu din dersleri
Yazının başlığında “Gülen cemaati darbeyle ne zaman vedalaştı” diye sordum. Cevap AKP iktidarı sonrasında başlıyor ve Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı'nın yeni anayasa için TBMM'de kurulan Uzlaşma Komisyonu'na yaptığı anayasa önerisine kadar uzanıyor. Zira cemaatin anayasa önerileri arasında, Gülen'in 12 Eylül darbecilerine en büyük övgüsünün kaynağı olan “zorunlu din dersi” uygulamasına son verilmesi de var!
Fethullah Gülen'in Onursal Başkanı olduğu vakıf, “Anayasa'da din dersi olmalı mıdır” başlığı altında “Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı olarak bizim teklifimiz” ifadesini kullanıyor ve şu öneride bulunuyor:
'İlk ve ortaöğretimde çocuklara hangi dinin ve kültürünün öğretileceği, uygulamalı din dersine katılıp katılmayacakları velilerinin vereceği karara bağlıdır. Uygulamalı din dersine katılmayan çocuklar din kültürü ve ahlak bilgisi dersi alırlar. Bu derslerin içeriği toplumdaki farklı inançlar dikkate alınarak hazırlanır…”
Evet, Gülen cemaatinin geçmişte darbecilere mesafesi, bugün cemaat yayınlarında eleştirilen bazı sivillerden çok da farklı değil. Bu geçmişin açık ve samimi bir özeleştirisi yapılmadıkça cemaatin askeri vesayete karşı bugünkü tutumunu ve yayınlarını “araçsal” bularak sorgulayanların tavrı meşrudur.
Cemaatin bugünleri ve gelecek
Gülen cemaati, ne yazık ki bugünlere de gelecekte savunmakta zorlanacağı tavırlar ekiyor. Cemaat yayınlarında, ifade ve basın özgürlüğü açısından kabul edilemeyecek bazı operasyonlar destekleniyor.
Türkiye'de bazı gazetecilerin tutuklu yargılanması, yayımlanmış/yayımlanmamış kitapların suçlanması, protesto hakkını kullanan gençlerin “terörist” denilerek cezaevlerine sokulup okullarından atılması Uluslararası Basın Enstitüsü'nden Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü ve Avrupa Birliği'ne uzanan bir çizgide dünyada sorgulanıyor... Ancak Gülen'in kurduğu ve onursal başkanı olduğu vakıf bu uygulamaları, yargının araçsallaştırılmasını büyük bir kayıtsızlıkla izliyor. Geçmişte kitapları öne sürülerek yargılanan Fethullah Gülen ile vakfı, bugün kitapların yargılanmasını seyrediyor!
Ne dersiniz; bu tavır, adı “Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı” olan bir örgüte yakışıyor mu?