Prof. Vamık Volkan'ın, T24 editörlerinden Hazal Özvarış'a verdiği söyleşi sırasında Norman Itzkowitz’in naklederek kullandığı ifadeyle, tarihin etnik periyodu Türkiye’yi çok fena vurmuş durumda!
Türkiye, Kürt sorunu karşısında, sadece evrensel bir etnik periyot sarkacında değil, kendi içindeki gel-gitlerle de savruluyor. Her terör saldırısını izleyen açıklamaların gölgesindeki güncel soru malum; Türkiye 1990'lara mı dönüyor?
1990'lar... Kürt milletvekillerinin parlamentodan yaka-paça gözaltına alınıp tutuklandıkları, faili meçhul cinayetlerin zirve yaptığı karanlık, kanlı, nafile yıllar.
Kendileri adlandırmadan hoşlanmasa da, “âkil adamlar” girişiminin önde gelen isimlerinden Diyarbakır Baro Başkanı Mehmet Emin Aktar, dün CNN Türk'te Şirin Payzın'ın sorularını yanıtlarken, her ölüm haberinin toplumda düşmanlığı artırdığının altını çizerek “1990'lı yıllardan daha kötü durumdayız” diyordu.
Genellikle devlet tarafına vurgu yapılan 1990'lı yıllar bahsinde pek söz konusu edilmeyen toplumsal boyuta işaret eden Aktar, haksız sayılmaz. Zira ne derseniz deyin, Türkiye'de zihinler giderek bölünüyor.
PKK'nın, sivilleri de hedef alan terörü tırmandıran saldırıları üzerine "Hainlerin, millet olarak bizleri öfke ve nefrete sevk etme tuzaklarına asla düşmeyeceğiz" diyen Erdoğan, dün ne yazık ki başka bir boyuta geçerek, MHP'nin bazı BDP milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılması girişimi için “tayin edici” konumda bulunan partisinin pozisyonunu açıkladı. Yargı – yürütme ilişkisi açısından, en hafif deyimle “talihsiz” ifadeler de kullanan Erdoğan durumu tartışılan milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılacağı mesajını verdi. Başbakan, AKP'nin Genişletilmiş İl Başkanları toplantısında dokunulmazlıkların kaldırılması meselesine değinirken, “Yargıya zaten gerekenleri söyledik, yargı da gereğini yapıyor, biz de parlamentoda gereği neyse onu yapacağız” diyebildi.
'Siyaseti bunların eline nasıl teslim edeceksiniz?
Erdoğan, milletvekili dokunulmazlıklarının sınırlandırılması önerisine, AKP Programı'ndaki vaatlerin de aksine, yaklaşık 10 yıl boyunca direndi. Gerekçesini de, “yargıya güvenmediğini” ilan ederek açıkladı. Başbakan'ın, 19 Mart 2011'de Rusya'ya yaptığı ziyaretten dönerken uçakta gazetecilere söylediği sözleri hatırlıyor musunuz? Birlikte okuyalım:
“Siyasette kürsü masuniyeti farklı bir şey. Yasama organını yargının vicdanına terk etmiş oluruz. Bir başbakan olarak adım atsanız, bir savcı size karşı hissî baksa, hakkınızda dava açsa, bir ülkenin başbakanı o savcının elinde oyuncak olacak. Sincan Hâkimi Cumhurbaşkanı Abdullah Bey'i aldı, kendine göre dalgasını geçti. Benimle ilgili alt mahkemeler karar verdi. Aynı kişi MHP'den aday adayı. Siyaseti nasıl bunların eline teslim edeceksiniz?”
1990'ların karanlığında milletvekiliyken tutuklanıp 10 yıl cezaevine atılan Leyla Zana'yı Başbakan olarak ağırlayan Erdoğan'ın, BDP'lilerin dokunulmazlıklarının kaldırılması söz konusu olunca yargıya çok güvendiği anlaşılıyor.
Evet, PKK terörü tırmandırırken bazı BDP milletvekilleri Türk milliyetçiliğini alabildiğine kışkırtan tavırlarda ısrar etmeyi sürdürüyor. AKP'nin de, bir yandan oylarında yükselme olduğu gözlenen MHP'ye karşı milliyetçi meydanı boş bırakmamaya çalışırken, diğer yandan şiddete karşı kabaran öfkeyi dokunulmazlık meselesinde CHP'ye karşı kullanacağı anlaşılıyor.
Peki Kürt sorununun çözümü konusunda en büyük umut olan yeni anayasa çalışmaları sürerken şiddeti tırmandıran bir örgüte karşı, hep aynı şeyleri yaparak farklı bir sonuç almayı ummak mıdır siyaset?
Ve hangisi çıkar yol; PKK'nın şiddetini, örgütü destekleyen toplumsal tabanın vicdanında mahkûm edecek gerçekten ileri demokrasi adımları mı, yoksa BDP milletvekillerinin dokunulmazlıklarını kaldırmak mı?
1990'lardan 2000'lere geçilen yer Ankara'ydı
Cemal Süreya'nın “Kısa Türkiye Tarihi” şiirindeki o dizeleri hatırlar mısınız?
O yıllarda ülkemizde
Çeşitli hükümetlerle
Yetmiş iki dilden
İkisi yasaklanmıştı:
İkincisi Türkçe.
Kürtçe'den sonraki yasak, Kürt meselesinin özgürce konuşulması oldu bu topraklarda. 1990'lı yıllar, Kürt sorununa çözümün Ankara dışında arandığı yıllardı. Paris'ten Stockholm'e uzanan Kürt konferansları sadece Türkiye'de yasaktı!
Türkiye'nin 1990'lardan 2000'lere geçişi işte burada başlar. Eşik, Kürt sorununun Ankara'da konuşulabilmesi, yüzde 10 barajına rağmen Kürt siyasetinin parlamentoda temsil edilmesidir. Habur'dan Oslo görüşmelerine kadar hepsi kesintiye uğrasa da “tarihsel” diyebileceğimiz adımlar o eşikten sonra atıldı.
Farkında mısınız; Kürt sorunu karşısında, ne kadar çok Erdoğan'a tanık olduk!
Milletvekili dokunulmazlıklarını özgür siyaset gerekçesiyle güvenmediği yargıya karşı savunan Erdoğan mı; BDP'liler için “Yargıya gerekenleri söyledik, biz de gerekeni yapacağız” diyecek kadar talimat ilan eden Erdoğan mı?
Kürt sorununa barışçı çözüm için tarihsel bir vizyonla PKK ile devleti Oslo'da buluşturan Erdoğan mı, Kürt milletvekillerine “Kandil'e gidin” diyen Erdoğan mı?
Terörden başka lisan bilmeyenlerin hayal ettiği diyaloğa kapalı Erdoğan mı; “devletin eski düşmanı” Leyla Zana ile de çare arayan Erdoğan mı?
Çözüm için Başbakanlık ve MİT temsilcilerini PKK ile aynı masanın etrafında defalarca buluşturacak kadar önemli adımlar atan Erdoğan, dönülmez yollara girmeden önce bir kez daha düşünmeli.
Nefreti ebedileştirirseniz, “vatan sevgisi”nden geçilmeyen nutuklarla bölersiniz ülkeyi!
Kısa Türkiye tarihi, bunu da öğretmiş olmalı bize...