1982 Anayasası, 12 Eylül’den önce ülkede olup biten bütün kötülüklerin güçsüz yürütme organından da kaynaklandığı iddiasından hareket eden bir zihniyetin ürünüydü. Çıkılan yol bu olunca, varılan yol, parlamenter sistemi alabildiğine zorlayan, yürütmeyi yasama organına rağmen güçlendiren bir anayasa oldu.
Anayasamız; anayasa hukukundaki tarihsel birikimin aksine devlete karşı bireyi değil bireye karşı devleti korumayı esas alan yaklaşımlarından cumhurbaşkanının yetkilerine, kanun hükmünde kararname imkânlarından olağanüstü yönetim usullerine uzanan birçok alanda bu zihniyetin yansımalarını taşır.
Türkiye’nin anayasa hukuku literatürüne katkısı da böyle oldu; parlamenter sistemin “yetkisiz, yetkisiz olduğu için sorumsuz” devlet başkanlığı yerine, “yetkili, ama sorumsuz” bir devlet başkanlığı modeli!
Böyle bir anayasanın, kendi hareket noktasına ters düşmesi, yani yürütmeyi güçlendireceğim derken yürütmenin iki başı arasında çekişme yaratması kaçınılmazdı ve bu çekişme daima oldu. Üstelik bu çekişme, sadece iktidardaki partiden farklı bir siyasi gelenekten gelen cumhurbaşkanları ile değil, aynı siyasi geleneğin Cumhurbaşkanlığı ve hükümetteki temsilcileri arasında da yaşandı. 8. Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın kurucusu olduğu ANAP’ın başbakanlarıyla, 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in doğal lideri olduğu DYP’nin hükümetleriyle yaşadığı çatışmalar hafızalarda.
1982 Anayasası’nı yapanlar ile anayasaya son biçimini veren darbeci generaller bu varsayımlarında da yanılmışlardı. Tecrübe; “Cumhurbaşkanı ve hükümet aynı siyasal gelenekten geldiğinde sorun çıkmaz, parlamentoya hakim iktidar çoğunluğunun seçtiği cumhurbaşkanı hükümetle çatışmaya girmez” varsayımını da çürüttü.
Evet yanıldılar; zira Türkiye’de kişiselliğin, siyasal gelenek ve uzlaşmaları da aşan ölçüde siyaseti şekillendirdiğini göremediler. İktidardayken cumhurbaşkanıyla kavga eden başbakanlar, cumhurbaşkanı olunca başbakanlarla kavga ettiler. Siyasetten gelenlerin, cumhurbaşkanı olduklarında kendilerine göre bir anayasa ve başkanlık arzusu hep oldu.
Cumhurbaşkanı imzasına eşlik eden imzalar
2007’de yapılan anayasa değişikliği ile cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesinin benimsenmesi, 2014’te Tayyip Erdoğan’ın bu göreve seçilmiş ilk cumhurbaşkanı olarak gelmesi, mevcut sorunu derinleştirmiş bulunuyor.
Geçici maddeleri hariç tam 177 maddeden oluşan devasa anayasamızda parlamenter sistem, parlamento, parlamenterizm ifadesi tek bir yerde bile geçmez. Sadece gerekçe metninde ifade dilen “parlamenter sistem”, bütün aksi yöndeki zorlamalara rağmen anayasada esas alınan sistemdir. Bu duruma ilişkin anayasadaki iki maddeyi hatırlayalım. Cumhurbaşkanını için “Sorumluluk ve sorumsuzluk hali” başlığını taşıyan 105. madde şu hükmü öngörüyor:
“Cumhurbaşkanının, Anayasa ve diğer kanunlarda Başbakan ve ilgili bakanın imzalarına gerek olmaksızın tek başına yapabileceği belirtilen işlemleri dışındaki bütün kararları, Başbakan ve ilgili bakanlarca imzalanır; bu kararlardan Başbakan ve ilgili bakan sorumludur.
Cumhurbaşkanının resen imzaladığı kararlar ve emirler aleyhine Anayasa Mahkemesi dahil, yargı mercilerine başvurulamaz.”
Parlamenter sistemin özünü vurgulayan madde; cumhurbaşkanının imzasını taşıyan işlemlerden sorumluluk gerektirenlerin, o sorumluluğun sahibi olan başbakan ve bakanların da imzasını taşıyacağını vurguluyor. Neden? Çünkü parlamenter sistemin cumhurbaşkanı, istisnalar dışında tek başına yetkisiz, dolayısı ile sorumsuzdur, sorumluluk hükümetindir.
Anayasanın Bakanlar Kurulu’nu düzenleyen bölümünde “Görev ve siyasi sorumluluk” başlığını taşıyan 112. madde de şöyle:
“Başbakan, Bakanlar Kurulunun başkanı olarak, bakanlıklar arasında işbirliğini sağlar ve hükümetin genel siyasetinin yürütülmesini gözetir. Bakanlar Kurulu, bu siyasetin yürütülmesinden birlikte sorumludur.
Her bakan, Başbakana karşı sorumlu olup ayrıca kendi yetkisi içindeki işlerden ve emri altındakilerin eylem ve işlemlerinden de sorumludur.
Başbakan, bakanların görevlerinin Anayasa ve kanunlara uygun olarak yerine getirilmesini gözetmek ve düzeltici önlemleri almakla yükümlüdür.”
Madde açık, hükümetin genel siyasetini başbakanın gözeteceği, yönetimde başbakan ve bakanların yetkili ve birlikte sorumlu olduğu vurgulanıyor.
Anayasa değişikliğiyle cumhurbaşkanının halk tarafından seçileceği hükme bağlandı, ancak ülkenin siyasal sistemini belirleyen bu ve benzer hükümler yerinde duruyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan da girdiği yolun, yerli yerinde duran o anayasal hükümlerle çeliştiğini bildiği için Türkiye’de sistemin “hukuken” değil “fiilen” değiştiğini söylüyor ve sorun olmuyor.
Leyla Zana, anayasadaki milletvekili andını "Türk milleti" yerine "Türkiye milleti" diye okuduğu için çıkan kriz, elbette siyasetteki anayasaya sadakat duygusunu değil, anayasayı ihlal meselesinde bile kişiye göre değişen tarifeleri gösteriyor.
Devam edelim.
Başbakan Erdoğan: Yürütmenin başı benim!
Antalya’da yapılan G20 Devlet ve Hükümet Başkanları Zirvesi’nde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ev sahibi olarak varlığı yadırganamaz. Ancak, Türkiye’de siyasal iktidarı Erdoğan’ın temsil ettiği yolunda ortaya çıkan görüntü, 1982 Anayasası’nın bile öngördüğü düzene aykırı.
Haziran 2010'da çıkan "yürütmenin başı" tartışmasını hatırlıyor musunuz? Şemdinli bölgesindeki sınır birliğine PKK saldırısı sonucunda 12 askerin hayatını kaybetmesinin ardından dönemin TBMM Başkanı Mehmet Ali Şahin, liderlerin bir araya gelmesinin topluma moral vereceğini söyleyince daveti kimin yapacağı tartışması çıktı. Tartışma sırasında CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, geleneğin, davetin Cumhurbaşkanı'nca yapılması yönünde olduğunu söyleyince, "Ben yürütmenin başıyım" diyen dönemin Başbakan Tayyip Erdoğan, anayasa terminolojisine de ters düşen bir itirazda bulunmuştu:
''Ben Başbakanım ve şu anda yürütmenin başıyım. Yürütmenin başı olarak da şu anda bu konuda atılması gereken adımları atmak durumundayım.”
Erdoğan, 2010’da, anayasada yer bulan parlamenter sistemdeki yürütmenin ikili (düalist) yapısını da reddederek “başbakanlığını” konumlandırıyordu. Oysa, 8. maddesinde “Yürütme yetkisi ve görevi, Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu tarafından (...) yerine getirilir” hükmünü öngören anayasada "Yürütme" bölümü "Cumhurbaşkanı" ile başlar. Erdoğan Başbakan olarak yetkinin/yönetim sorumluluğunun kendisinde olduğunu vurgularken doğru yapmış, ancak “Yürütmenin başı benim” diyerek yanlışa düşmüştü.
AKP adaylarını istişare eden
Erdoğan ve Bakanlar Kurulu
Bütün bunları, anayasa uyarınca Türkiye’de siyasal iktidarın meşru temsilcisi olan Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun Türkiye adına önemli temasların da yapıldığı G20 zirvesinde geri planda kalmasını ve misal Erdoğan’ın ABD Başkanı Barack Obama ile yaptığı görüşmeye katılan heyetin kompozisyonunu izlerken düşündüm.
Suriye operasyonları, IŞİD ve mülteci sorunlarının da konuşulduğu Obama ile görüşmeye Erdoğan’a en yakın isimlerden olan ve perde arkasında Davutoğlu ile yaşadığı gerilim bilinen Binali Yıldırım, Erdoğan’ın damadı AKP İstanbul Milletvekili Berat Albayrak, Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın, Dışişleri Müsteşarlığı’ndan seçim hükümetinin Dışişleri Bakanlığı’na atanan Feridun Sinirlioğlu, Erdoğan’ın nikâh tanığı da olduğu Maliye Bakanı Mehmet Şimşek ve MİT Müsteşarı Hakan Fidan katıldı.
O fotoğraf da, dün hükümeti kurma görevini Davutoğlu’na veren Erdoğan’ın, “Davutoğlu Hükümeti” adını alacak olan hükümete tuğrasını vuracağı mesajını vermiyor mu?
Erdoğan’ın, 1 Kasım seçimlerinden önce AKP’nin milletvekili adayları listesini kendisiyle “istişare ettiğini” açıklayan Davutoğlu’nun kabinesine girecek isimlere karışmaması düşünülemez. Merak konusu olan, müdahalenin hangi ölçüde olacağı...
Bir yanda partisinin milletvekili adaylarını Cumhurbaşkanı Erdoğan’la “istişare ettiğini” açıklamasına rağmen “Ben emanetçi başbakan değilim. Devletin kurumsal işleyişi konusunda Cumhurbaşkanı’nın da, Başbakan’ın da yeri de bellidir. Cumhurbaşkanı siyaset üstü tarafsız bir konumdadır” diyen bir Başbakan var. Diğer yanda, “Türkiye’de sistem fiilen değişti” sözleriyle “Cumhurbaşkanı seçilenin, varsa partisi ile ilişiği kesilir” hükmü de ihlal edilen anayasayı bekleme odasına aldığını duyuran bir Cumhurbaşkanı.
1 Kasım gecesi yaptığı konuşma için bir süredir Erdoğan’a eleştiriler yönelten Bülent Arınç’ı telefonla arayarak AKP Genel Merkezi’nin balkonuna özellikle davet ettiği belirtilen Davutoğlu’nu zor günler bekliyor.
Ne dersiniz, Davutoğlu Hükümeti’ni Davutoğlu mu kuracak?Türkiye, anayasayla yönetilen bir hukuk devletiyse, evet!