TBMM açıldı, Cumhurbaşkanı, özellikle Kürt sorunu ve yeni anayasa sürecine ilişkin olarak vereceği mesajlar nedeniyle merakla beklenen konuşmasını yaptı.
Gül'ün konuşmasını değerlendirmeden önce, Türkiye'nin kendine özgü bir hale bürünen parlamanter sistemine değinmek yanlış olmayacak.
Parlamanter sistem, en kestirme tanımla, seçimden çıkmış bir parlamentoya karşı sorumlu bir hükümeti ifade ederr. Sistem, sembolik yetkilere sahip ve bu nedenle yaptığı icraat nedeniyle “sorumlu” tutulmayan bir devlet başkanı öngörür.
Cumhurbaşkanının yetkisizliğinden kaynaklanan sorumsuzluğu, seçimden çıkmış iktidara karşı alternatif bir ağırlık merkezi oluşturmama yaklaşımının sonucudur.
Ancak 12 Eylül darbesinden sonra ve darbeyi yapan generallerin verdiği son biçimle halkoyundan geçirilerek yürürlüğe sokulan 1982 Anayayasası ise, devletin başına hem yetkili, hem de sorumsuz bir Cumhurbaşkanı getirdi. Bu modelin kaçınılmaz sonucu, hükümet, dolayısıyla parlamentoyla çekişen bir Cumhurbaşkanlığı oldu.
Darbeden sonra normalleşme döneminin ilk Cumhurbaşkanı Turgut Özal'ın hem kendi kurduğu ANAP'ın, hem de izleyen dönemlerde diğer partilerin içinden çıkan başbakanlarla girdiği çatışmaları hatırlayın. Öyle büyük meselelerden söz etmiyorum. Özal, bürokrat atamalarına kadar müdahale ediyor, darbeden önce müsteşar olarak yanında çalıştığı Başbakan Süleyman Demirel'in SHP ile ortak kurduğu hükümetin atamalarını krize sokuyordu. Örneğin, Yiğit Gülöksüz'ün Toplu Konut İdaresi Başkanlığı görevine atanması bir yıldan fazla sürmüştü. Gülöksüz'ün, bürokraside, bugün son derece başarılı sonuçları alınan işçi ücreti ve memur maaşından ayrılacak taksitlerle toplu konut yapma modelini ilk geliştiren parlak bir bürokrat olduğunu hatırlatalım.
Aynı çatışma Demirel'in Cumhurbaşkanlığı döneminde, hem DYP Genel Başkanlığı ve Başbakanlık koltuklarını devrettiği Tansu Çiller, hem de Necmettin Erbakan hükümetleri döneminde de yaşandı.
Nihayet Ahmet Necdet Sezer'in Cumhurbaşkanlığı dönemi de, hem kendisini Köşk'e çıkaran partilerin koalisyon hükümeti, hem de 2002'de ilk hükümetini kuran AKP iktidarıyla çatışmalarla doludur.
1982 Anayasası, “sorumsuz” devlet başkanına tanıdığı yetkilerle, yürütme organının iki başı (Cumhurbaşkanlığı ve hükümet) arasına çatışma ekmiştir.
Hükümet veya muhalefetteyken bu çatışmadan yakınan liderler, Çankaya'ya çıktıklarında ise tam tersi bir tutumla Cumhurbaşkanı'nın yetkilerinin artırılmasını talep ettiler. Özal da yaptı bunu, Demirel de.
1982 Anayasası'ndaki eğilim AKP ile güçlendi ama...
AKP iktidarı da, devlet başkanını biraz daha güçlendiren, parlamanter sistemi daha da zorlayan bir değişiklikle Cumhurbaşkanı'nı halkın seçmesi yönünde bir anayasa reformu yaptı. 1 ya da 3 yıl (tarihini bile bilemiyoruz!) içinde Türkiye Cumhurbaşkanı ilk kez parlamentodan değil sandıktan çıkacak.
Hülasa, Abdullah Gül'ün Çankaya'ya çıkmasına kadar geçen çeyrek yüzyıllık dönemde hem siyaset, hem de kamuoyu, Çankaya ile hükümet arasında çatışmaya, hatta ciddi bir yanılsamayla, bu dengesizliği bir denge unsuru olarak görmeye alıştı. Bu süreçte sisteme bir “Çankaya muhalefeti” eklenmişti ki, Gül 2007'de Köşk'e çıktı.
AKP; hem Cumhurbaşkanı'nı halka seçtirme, hem de 12 Eylül 2010'da yapılan değişikliklerle Köşk'ün zaten sistemi zorlayan yetkilerini artırma iradesi sergileyerek 1982 Anayasası'nın bu konudaki eğilimini daha da ileri götürdü. Ancak Gül'ün Çankaya'ya çıkması, bu eğilimle paradoksal bir sonuç doğurdu ve Cumhurbaşkanı – hükümet ilişkileri, 1982 Anayasası'nın ömrü hayatında ilk kez parlamenter sistemin öngördüğü bir uyuma sahne oldu.
Cumhurbaşkanı'nın TBMM'de yeni yasama yılını açış konuşmasını değerlendirmeden önce bu özeti yapmamın nedeni; kamuoyunun bir bölümü ve siyasette, onyılların alışkanlığıyla Gül'den hükümete karşı muhalefet, en azından bazı uyarılar yapması yolundaki beklentidir.
Nitekim, bu yoldaki ilk eleştiriler CHP'den gelmiş görünüyor. Ana muhalefet partisinin temsilcileri Cumhurbaşkanı'nın bazı mesajlarını överken, hükümet politikalarına destek anlamına gelen sözleri eleştiriyorlar.
Bu tartışmayı siyasete bırakıp devam edelim.
Bu geçmiş ışığında Gül'ün konuşması
Gül'ün konuşmasını, bu geçmişin ışığında değerlendirirsek daha doğru sonuçlara varabiliriz.
Abdullah Gül'ün, TBMM'deki konuşmasında son derece hayati bir konuda en geniş payın hükümete ve yargıya düştüğü önemli bir eleştiri yaptığını teslim etmemiz gerekiyor. Yukarıda özetlemeye çalıştığım süreç dikkate alındığında, bu eleştirinin değeri daha kolay anlaşılabilir.
Hayır, Gül'ün örneğin alarm veren “cari açık” uyarısına, ihracat sektöründe bile ithalat bağımlılığına işaret eden tehlikeli oranlara ilişkin vurgularından söz etmiyorum. Matematik gerçekler olmasına karşın Gül'ün son derece özenli ifadelerle yaptığı bu uyarılar, Başbakan Tayyip Erdoğan'ı rahatsız etmiş bile olabilir. “Uyarı yanlış” bağlamında değil, “ne gereği var” anlamında!...
Gül, Kürt sorunundan yeni anayasa sürecine kadar, konuşmasına karşı özellikle radarların açık olduğu konularda beklenmeyen bir açıklama yapmadı. Devlet başkanı olarak devletin şiddete karşı pozisyonunun netlik ayarını parlamentoda bir kez daha yaptı, teröre karşı duruşun “insanlığa karşı bir namus borcu” olduğunu vurgulayarak BDP'ye göndermede bulundu.
1982 Anayasası gibi “sert” ve dolayısıyla “kırılgan”, “yasakçı” ve “devletçi” bir anayasa yerine, literatürde de yeri olan “esnek” ve “özgürlükçü”, “bireyci” bir anayasa önermesi sürpriz değildi. Yine 1982 Anayasası gibi hayatın hemen her alanını düzenleme hevesi nedeniyle donmuş, etkisiz maddelerle dolu bir anayasa yerine, yine anayasa hukuku birikiminin temel sonuçlarından olan “kısa anayasa” önermesi de, yeni süreçte “usulün ve üslubun da esas kadar önemli” olacağına işaret etmesi de sürpriz olmadı.
Gül'ün Kürt sorunu için en ileri adımı
Aslında Cumhurbaşkanı'nın Kürt sorununun çözümü bağlamında yeni anayasa konusunda daha açık mesajlar vermesi bile bekleniyordu. Gül'ün bu konuda attığı tek ileri adım, ki bence anayasa konusundaki görüşlerinin en “radikal” kısmıydı, 1924, 1961 ve 1982 anayasalarındaki “tekçi” zihniyete karşı çıkmasıydı. Yeni anayasa için Gül'ün dile getirdiği bu ifadeyi aynen aktarıyorum:
“Toplumun her kesiminin bu ülkede 'kendisi olarak' yaşama hakkı, anayasal güvenceler altında itina ile muhafaza edilmelidir. Bunu sağlamanın yolu, özgürlükçü bir anlayışla, milletimizin her bir ferdine, siyasi görüşü, meşrebi ve kökeni ne olursa olsun güvenen bir vizyonla hareket etmektir...”
Cumhurbaşkanı bu sözlerle, Türkiye'de başta Kürtler olmak üzere, her etnik (ve dini) grubun “kendisi” olarak yaşama hakkının anayasal güvence altına alınmasına özel bir vurgu yapmış bulunuyor.
Zaten bu açıdan ne kadar uzak kalırsa yeni anayasa “toplum sözleşmesi” niteliğinden o kadar uzaklaşacak ve ömrü kısa olacaktır.
Nitekim Gül'ün konuşmasında “toplum sözleşmesi” vurgusu, “Yeni anayasa hiçbir özel fikrin, partinin, ideolojinin ve doktrinin mührünü taşımamalıdır. Anayasanın taşıması gereken tek mühür, milletimizin mührü olmalıdır” sözlerinde ifadesini buluyor. Burada “doktrin ve ideoloji mührü”nü reddeden ifadenin, özellikle anayasalarımızda “milliyetçilik” konusuna gösterilen geleneksel sadakat bağlamında bir önem taşıdığını not edelim.
Gül'ün konuşmasındaki sürpriz bölüm
Gelelim, Cumhurbaşkanı'nın konuşmasındaki tek “sürpriz” bölüme...
Yukarıda bu bölümden söz ederken “en geniş payın hükümete ve yargıya düştüğü önemli bir eleştiri” demiştim. Gül, özellikle Ergenekon ve Balyoz davaları sürecinde tartışma konusu olan “uzun tutukluluk” süreleri ile “tutukluluğun peşin cezalandırmaya dönüştüğü” ve “siyasi görüşün yargıyı yönlendirdiği” eleştirilerini ciddiye almış görünüyor. Bu durumu “sürpriz” olarak ifade etmemin nedeni, Gül'ün konuşmasında çıkış yapacağı konunun “yargı” olmasının beklenmemesiydi.
Cumhurbaşkanı, “Hukukun, siyasi üstünlük mücadelesinin bir aracı olmadığını”, “hukuk yoluyla siyasi üstünlük sağlamanın, topluma şekil vermenin ve insanları belli bir kalıba sokmanın mümkün olmadığının defalarca görüldüğünü” vurguluyor, ki bugün Abdullah Gül'ün Köşk'te olması bu görüşün en büyük ispatı olarak karşımızda duruyor.
“Haksızlık ve adaletsizlik hukuk kılıfına sarılmamalıdır” diyen Gül, “adalet talebinin karşılanmasının, devletin bütün organlarının, bu organları oluşturan kurumların ve bu kurumlarda görev yapanların tamamının ortak sorumluluğu olduğunu” belirtirken yargıçlara, savcılara, yargı mensuplarını atama, görevden alma ve soruşturma makamı olan Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'na, nihayet hükümete gönderme yapıyor.
Gül'ün sordurduğu soru: Tutukluluk neden cezaya dönüşüyor?
Gül'ün, “tutuklulukların fiili cezaya dönüşmesini” eleştirirken, aşırı iş yükünü “bu sonucu yaratan önemli hususlardan sadece biri” olarak görmesinin de altını çizelim. Gül bu ifadesiyle, “tutukluluğu fiili cezaya dönüştüren diğer nedenler nedir” sorusunu akla getiriyor ve bu sorunun devlet başkanlığı katında da meşruiyet taşıdığını gösteriyor.
Kabul edelim ki “yargı” bugün, Gül'ün konuşmasındaki ifadeyle “umut kapısı” değil.
12 Eylül 2010'da yapılan anayasa değişikliklerinin temelde yargıya ilişkin düzenlemeleri içermesine karşın, yargıya ilişkin manzara Cumhurbaşkanlığı'ndan bile pek iç açıcı görünmüyor.
Bu durumun vahim sonucu, insanların özgürlüklerinin, adil yargılanma haklarının ellerinden alınması, onurlarının kırılmasıdır.
Yayımlanmamış kitabı nedeniyle tutuklanan gazeteci Ahmet Şık ile Nedim Şener'e, suçlanmalarına dayanak olan iddiaları “gizlilik” gerekçesiyle aylarca bildirmemenin adı “hukuk” olabilir mi?
Ceza Muhakemeleri Kanunu'nda sayılan “katolog suçlar” söz konusuysa kuvvetli gerekçeler olmadan da başvurulan ve rutin bir uygulamaya dönüşen tutuklamalar hukukun evrensel ilkeleri karşısında savunulabilir mi?
“Delillerin toplanmakta olduğu ve delillerin karartılma olasılığı” gerekçesiyle tutukluluğu yıllarca sürdürmek, “insanların cezaevinde tutulduğu o yıllar boyunca hangi yeni delillerin toplandığı” sorusuna ikna edici cevaplar gerektirmiyor mu?
Yıllara varan tutukluluklar, sonuç beraat olursa nasıl telafi edilebilir?
Ve en önemli soru; yıllardır tutuklu yargılanan insanların tahliye taleplerini defalarca reddeden mahkemeler, “o tutuklu yılları inşa eden kurumlar” olarak, yargılama sonucunun beraat gerektirdiği durumlarda bu kararı almakta zorlanmazlar mı?
Cevapları belli olan bu sorular, Türkiye'de demokratik düzene karşı harekete geçenlere hesap sormak gibi tarihsel bir önemi bulunan Ergenekon sürecinin de yumuşak karnıdır.
Cumhurbaşkanı'nın sözleri gösteriyor ki, Çankaya'dan bakıldığında da “manzara-i umumiye” parlak değil...
Türkiye'de hukuk ağır yaralıdır!