Suruç ve kibir...
Sadece içerdekileri değil, Türkiye'nin dış politikasına dair tartışmaları da hatırlayınca kibir yürürlüğe giriyor. Yok edilen hayatların üzerinde kibirin de parmak izi var.
MİT tırlarındaki silahların kime gönderildiği bir yana, hükümeti ve devlet başkanının IŞİD'e yaklaşımı konusunda soru işaretleri olan bir ülkenin polisi, istihbaratı, yargısı da aynı kayıtsızlık mahalline tayin edilmiş oluyor. Böyle bir sorun da yaşıyor Türkiye.
Başbakan Ahmet Davutoğlu, katliamın ardından düzenlediği basın toplantısında "IŞİD'i 'terör örgütü' olarak ilan eden ilk ülkeyiz. Ama bunu görmek istemiyorlar" dedi.
Neden acaba?
Bu ülkenin devlet başkanı ve devlet başkanına tabi hükümeti, sınırdan Suriye'ye sevk edilirken yakalanan silahlara ilişkin olarak yapılan haberciliği "vatana ihanet" diyerek hedef göstermeyi bir kenara bırakıp, sorunun cevabı üzerinde düşünmeli.
Kibir dedim. Katliamın ardından parlamentoda temsi edilen dört partinin genel başkanına "ortak deklarasyon" çağrısı yapan Başbakan Davutoğlu'nun daha birkaç ay önce, Kobanê konusunda ortak yaklaşım öneren ana muhalefet partisi CHP'nin Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu'na ne cevap verdiğini hatırlıyor musunuz?
Hatırlayalım.
CHP'nin Kobanê teklifi ve cevabı
Türkiye sınır ötesine asker gönderme ve topraklarında yabancı silahlı kuvvetleri konuşlandırma konusunda hükümete yetki veren TBMM tezkeresini tartışıyor. Tarih 9 Ekim 2014. CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu, Ankara'da düzenlediği basın toplantısında, hükümete yaptığı teklifte diyor ki:
"Adalet ve Kalkınma Partisi, cumhuriyet tarihimizde ilk defa, ülkemizin yeterli askeri gücü yokmuş gibi, çıkardığı tezkereyle topraklarımızda asker konuşlandırma, yabancı asker konuşlandırma kararı vermiş bulunmaktadır. Bunu asla doğru bulmuyoruz. CHP tezkereye, hükümetin IŞİD’le mücadele yerine hedef kaydırması, savaşa sürüklemeye taşıması nedeniyle karşı çıkmıştır. Bugün ise hükümeti aklı selime davet etmek istiyoruz. Gelin, askerimizin kara harekâtını Kobanê’nin kurtarılması ve IŞİD’ten temizlenmesi amacıyla sınırlandıralım. Tezkereyi hemen çıkaralım, böylece halkımızın akrabalarını IŞİD’in öldürmesine izin vermeyelim.
Askerimizi derhal geri çekeceğimizi de taahhüt edelim. Tezkereden yabancı asker konuşlandırma maddesini çıkaralım. Hava harekâtları için işbirliği sağlayabileceği maddeyi koyalım. Böylece herkes hedefi ve kapsamı belli olan bir tezkereyi benimsesin. Biz de CHP olarak her türlü desteği verelim."
Dışişleri Bakanlığı yapmış, "büyükelçi" unvanı da taşıyan Başbakan Davutoğlu'nun, ana muhalefet partisinin bu teklifine cevabına gelince... Onu da hatırlayalım:
"... Kılıçdaroğlu da bilsin ki, onun aklına ihtiyacımız yok, sadece sussun. Kendi ülkesini uluslararası topluma şikâyet etmesin. Provokatörlerin eline argüman vermesin. Onun fikrine de aklına da ihtiyacımız yok. Türkiye gerekeni yapacak kudrettedir ve başlamıştır bu çalışmalar..."
Ana muhalefet partisinin teklifine katılmayabilir, reddedebilirsiniz. Ancak, her gün sınırdan cenazelerin geldiği, on binlerce insanın yerlerinden, yurtlarından edildiği bir meselede Davutoğlu'nun "Sadece sus. Senin aklına da, fikrine de ihtiyacımız yok" üslubu nasıl bir ruh hâlinin dışavurumu olabilir?
AKP'de mutabakat bozuldu
AKP, Suruç katliamıyla birlikte yeni bir döneme girdi. Zira, AKP iktidarının ilk Dışişleri Bakanı Yaşar Yakış ile ikinci Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, Suruç katliamından sonra yaptıkları açıklamalarda, gelişmelerden açıkça Erdoğan-Davutoğlu ikilisinin mimarı olduğu dış politikayı da sorumlu tuttular.
Daha bir hafta önce katıldığı iftarda Erdoğan'ın yüzüne karşı "Türkiye'nin Ortadoğu politikalarının gözden geçirilmesi, Mısır'dan Libya'ya kavgalı olunan ülkeler için ilham verci bir dış politika inşası gerektiği" konusunda uyarılarda bulunan 11. Cumhurbaşkanı Gül, Suruç katliamının ardından dile getirdiği bir cümleyle çok şey söyledi:
"Daha önce dikkat çektiğimiz konular bunlar!.."
'Suriye'ye fazla bulaştık'
Şu saptamalar da, CNN Türk'te Nevşin Mengü'nün sorularını yanıtlayan, Gül gibi AKP kurucularından olan, AKP'nin ilk Dışişleri Bakanı ve emekli büyükelçi Yaşar Yakış'a ait:
- Türkiye, IŞİD'in ağırlığını ve yapabileceklerinin bu noktaya gelebileceğini tahmin etmedi.
- Sadece Türkiye'nin izlediği politikaya bağlamak doğru değil ama Suriye'deki durumun bu hâle gelmesinde Türkiye'nin müdahaleleri çok etkili. Arap Baharı Suriye'ye sirayet ettiği, olaylar başladığı zaman bizim ulusal çıkarlarımıza yönelik bir tehlike yoktu, gereğinden daha fazla bulaştık. Uluslararası camia muhalefete destek sağlamaya başladı. Bu destek yanlış ellere gitti. Suriye'deki muhalefete giden silahlar yanlış ellere gitti.
- Türkiye, Suriye'de hangi kesime destek sağlayacağı konusunda yalnız kaldı. Batı, bazı kesimlere olan silah desteğini kesti, Türkiye bu duruma ayak uyduramadı ve muhalefet bu duruma geldi. DEAŞ denen IŞİD'in ortaya çıkması, tüm bunların sonucudur. Meydana gelen olaylar en başından başka bir istikamete yönlendirilebilirdi. Sadece Türkiye'nin tutumuna bağlamak doğru değil, ancak gelinen noktada önemi bir faktör olduğunu değerlendirmek lazım.
- Türkiye, IŞİD'in ağırlığını ve yapabileceklerinin bu noktaya gelebileceğini tahmin etmedi. Uluslararası basına yansıyan konularda, IŞİD mensupları Türkiye üzerinden geçiş yaptıklarını anlatıyordu, detay veriyordu. IŞİD'İ Kürtlere karşı kullanmak için bir desteğe yönelinmişse bu çok yanlıştır.
- En başında, Suriye politikamızdan kaynaklandığına göre bu, asıl masaya yatırılması gereken Suriye politikamızdır. Nerede yanlış yapıyoruz, nerede tıkandık, bunu değerlendirmek lazım.
- Beşar Esad realitesini kabul eden ülkelerin sayısı arttı. Esad artık sorunun değil, çözümün bir parçası olarak görülüyor. Artık, 'Esad'ı devirelim de gerisi Allah kerim' şeklinde bir politikamız olmaması lazım.
- Beşar Esad konusunda, onun yerine işleyecek bir mekanizma bulmanın zorluğu ortada, ancak Türkiye, 'Esad gitsin de sonra düşünürüz' diyor. Türkiye, bu konuda uluslararası camiayla aynı noktada değil.
Gül ve Yakış da 'vatan haini' değilse...
Ne yapmalı?
Erdoğan ve Davutoğlu, bugüne kadar, Türkiye'den Suriye'ye giden silahların, Türkiye'nin IŞİD'i desteklediği yolundaki iddiaların peşine düşen gazetecileri "vatana ihanet"le suçlamak dışında dikkate almadılar. Bu konuda umutlu olmamız için en küçük bir işaret yok.
Ancak Erdoğan ve Davutoğlu, iktidarlarının ilk ve ikinci Dışişleri bakanlarının da "vatana ihanet" ettiklerini düşünmüyorlarsa, en azından onların mahkûm ettikleri dış politikalarını, gizli-açık gündemlerini gözden geçirmeliler.
Ve elbette, teröre karşı hep birlikte ne yapılması gerekiyorsa -ortak deklarasyon dâhil- o yapılmalı.
Bu işler trilyonluk bakan saatlerini, ayakkabı kutuları içine istiflenen kayıt dışı yüz binlerce doları, bakanlara elbise torbaları ve çikolata kutuları içinde milyonlar gönderildiği yolundaki tapeleri aklamaya, "Orospunun ve memurun bahşişini peşin vereceksin" formülünü siyaset ve devlet hayatımızın tarihine geçiren iş adamlarına hükümet eliyle ödül vermeye benzemiyor!
Bütün bu hikâye, mahkemelere bile taşınmadan savcılıklarda kapatıldı, yolsuzlukla suçlananlar aklanırken peşine düşenler suçlandı.
Emir-komuta zinciri altındaki gazetelerde "PYD'yi IŞİD'den tehlikeli" ilan eder, "Kimsenin aklına fikrine ihtiyacımız yok" derseniz, -bir süreliğine- yolsuzluk dosyalarını aklamaktan başka bir şey yapamazsınız! Ve Reyhanlı'da 52, Suruç'ta 30 insanın yakasında terör örgütlerinin yanı sıra kibrinizin, gizli-açık gündemlerinizin de parmak izi okunur.
Sahi, bu ülkenin MİT Müsteşarı, kendisine Başbakanlık yıllarından itibaren "Sırdaşım" diyen Cumhurbaşkanı Erdoğan'ı, Erdoğan'a rağmen neden terk etmeye kalktı? Niye Erdoğan karşı çıkmasına rağmen MİT Müsteşarlığı'ndan istifa etti ve günlerce süren ısrarın, baskının ardından MİT'in başına dönmeye razı oldu?
Neden?
"Stratejik derinlik"lerde neler oluyor?