“Türkiye’de bir kültür çatışması var. Bence bu çatışma imam hatipliler ve Harbiyeliler arasında. Bu çatışmanın nedeni de, bu insanların dünyaya bakış ve eğitim farklılıklarından kaynaklanıyor. Biz askeri okullarda önce lise, ardından harp okulunda Atatürk milliyetçisi olarak yetiştiriliyoruz. Subay çıktığımızda vatanı korumak için gerektiğinde ölmek üzere yemin ediyoruz. Tüm askeri okullarda öğrenciler endoktrine edilir. Bir de diğer tarafa bakalım; imam hatipliler... Cumhuriyet, Harbiyeli için ne anlama geliyor, imam hatipli için ne anlama geliyor? Burada sosyolojik bir olay var. Bu araştırılmalı. İmam hatipli ve Harbiyeli arasındaki değer çatışmasını aşabilecek bir payda bulunursa Ergenekonlar olmaz…”
Bu sözler, İlker Başbuğ’un Harbiye’den devre arkadaşı olan emekli Tuğgeneral Nejat Eslen’e ait. 1962 yılında Başbuğ ile birlikte Harbiye’den mezun olan Eslen, 2009’da Tempo dergisi için Selin Ongun’un sorularını yanıtlarken Ergenekon sürecini askerin merceğinden bu sözlerle özetliyor. Bu sözleri, bütün bir cumhuriyet tarihini şekillendiren geleneğin AKP iktidarı dönemine rastgelen bölümünde yargılanması olarak da okuyabilirsiniz.
Bu gerçekten uzun yazıyla tahammülünüzü zorlarken Başbuğ özelinde bu geleneği ve sivillerin bu gelenekle nasıl eklemlendiğini anlatmaya çalışacağım.
Başbuğ’un hikâyesi, Eslen’in çarpıcı bir şekilde ifade ettiği TSK geleneğinin çarpıcı görüntülerini sergileyerek Silivri’ye ulaşmış bulunuyor. Manastır’da doğan bir baba ve ailesi Manastırlı olan bir annenin çocuğu olarak 1943 yılında Afyonkarahisar’da doğmuş İlker Başbuğ. O geleneğin zihni coğrafyasında çok sevilen ifadeyle, “suyun öte yanından” geliyor.
Selin Ongun’un Cemal Subaşı ile birlikte 2008 yılında Tempo dergisi için yazdığı portreye göre, İl Özel İdaresi’nde çalışan Baba Süleyman Bey, son günlerinde oğlunu göremez. Zira vereme yakalanmıştır ve hastalığın küçük İlker’e bulaşması en büyük korkularıdır. Babasını kaybettiğinde henüz yedi yaşındadır.
Anne Makbule Hanım, eşini kaybettikten sonra bir süre daha Afyon’da kalır. Başbuğ, eski Cumhurbaşkanları Süleyman Demirel ve Ahmet Necdet Sezer ile eski Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı’nın da mezun olduğu Afyon Lisesi’nin orta bölümüne kayıt yaptırır.
Anne Makbule Hanım, Afyon’da birlikte yaşadıkları annesini kaybedince kardeşlerinin yanına, İstanbul’a taşınmaya karar verir. Başbuğ henüz 12 yaşındadır. Kuzguncuk’a yerleşirler. Başbuğ, Kuzguncuk’a gezmeye gelen Kuleli Askeri Lisesi öğrencilerinin “fiyakalı” kıyafetlerinden etkilenir. Karar verilir, Başbuğ sınava girer ve Kuleli Askeri Lisesi’ni kazanır. Oğlunu Şark görevlerinde bile yalnız bırakmayacak Makbule Hanım, Kuleli sınavını kazandığı haberini alınca “Oğlum kurtuldu” diye dualar eder.
İki 22 Şubat, iki İlker Başbuğ
Kuzguncuk ve Kuleli yıllarını Kara Harp Okulu (Harbiye) izleyecektir. Harp Okulu’ndaki devre arkadaşlarından biri, halen 2. Ergenekon davasında yargılanan Hurşit Tolon’dur. Dönemin Kara Harp Okulu Komutanı Talat Aydemir’in 1960 darbesinden sonra yönetimin sivillere devredilmemesi yolunda ordu içinde girdiği çatışmalar, öğrencileri arasında bulunan Başbuğ’un üzerinde de iz bırakır. Daha sonra idam edilecek olan cuntacı Aydemir, 22 Şubat 1962’de Harp Okulu Komutanlığı’ndan alınarak tutuklanır.
Rastlantıya bakın ki, “ikinci 22 Şubat vakası”nda Başbuğ Genelkurmay Başkanı’dır. 22 Şubat 2010’da aralarında eski Hava Kuvvetleri Komutanı İbrahim Fırtına, eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Özden Örnek ve eski 1. Ordu Komutanı Çetin Doğan’ı da kapsayan büyük gözaltı dalgası üzerine TSK’da görevli 13 orgeneral ile 2 oramiral Başbuğ başkanlığında Genelkurmay’da toplandı. 23 Şubat’ta yapılan toplantı, generallerin, Balyoz darbe planı iddialarına ilişkin gözaltılardan duydukları rahatsızlığı tek cümlelik yazılı açıklamayla hissettirme kararıyla sonuçlandı. O açıklama, şu cümleden ibaretti:
“İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığınca yürütülmekte olan bir soruşturma kapsamında ortaya çıkan ciddi durumu değerlendirmek üzere, bugün Genelkurmay Başkanlığı Karargahında Türk Silahlı Kuvvetleri’nde görevli bütün Orgeneral ve Oramirallerin katılımı ile bir toplantı icra edilmiştir.”
Toplantıya katılan çok sayıda generalin bugün kendilerinin de Ergenekon sürecinde sorgulandıklarını hatırlatarak devam edelim. İlker Başbuğ, Harbiye’den sonra orduya katıldı, kurmay subay olarak girdiği Harp Akademileri’ni birincilikle bitirdi, yıllar süren dış görevleri nedeniyle “diplomat subay” olarak da anıldı.
Darbe heveslilerine karşı Hilmi Özkök’le davrandı
Peki, komuta kademesine çıktığında nasıl bir Başbuğ görüyoruz? Soruyu, Özkök’ün Genelkurmay Başkanı olmasından hazzetmeyen selefi Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun son dakika manevrasını da hatırlayarak cevaplamamız gerekiyor. “28 Şubat gerekirse bin yıl sürer” diyen Kıvrıkoğlu, sivil otoriteye fazla tabi bulduğu Özkök’ü Genelkurmay Başkanlığı koltuğunda yalnız bırakmamak için, emekliliğini bekleyen dönemin Jandarma Genel Komutanı Aytaç Yalman’ı, geleneklere aykırı biçimde son anda Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na taşır. Ancak Yalman’ın, bu süreçte Şener Eruygur ekibine göre daha dikkatli davrandığı da bir gerçektir.
Başbuğ, AKP’nin iktidara geldiği 3 Kasım 2002 seçimleri sırasında işte bu atmosferde Genelkurmay Başkanı olan Hilmi Özkök’ün karargâhındaki kilit isimlerden biriydi. Balyoz darbe planı iddiaları ve dönemin MİT Müsteşarı Şenkal Atasagun’un “Gelen mektuplara bakarsanız, 1. Ordu ihtilale hazır” dediği zamanı kapsayan bu dönemde, Başbuğ, darbe hevesine kapılan generallere direnen Özkök’ün en güvendiği isimler arasındadır. Bu durumu, Özkök’ü AKP hükümetiyle ilişkilerinde zor duruma düşürmek isteyen generallerin sızdırdığı bazı belgelerin soruşturulmasında Başbuğ’un üstlendiği rolden de izleyebiliyoruz. Örneğin Başbuğ, Özkök’ün henüz son biçimini vermediği Genelkurmay’ın Kıbrıs planının Cumhuriyet’ten Mustafa Balbay’a sızdırılması üzerine devreye giren isimdir. Balbay’ın günlüklerinde, Başbuğ’un, Özkök’ü hükümete karşı zor durumda bırakmak isteyen ekibin sızdırdığı planı kimlerden aldığı konusunda yaptığı sorgulamaya ilişkin uzun bir bölüm de yer alıyor.
Başbuğ’un, bu dönemde darbe planıyla suçlanan generallerden uzak durduğu biliniyor. Bu durumu, “Zaten Genelkurmay Başkanlığı sırasına girmiş bir generalin olağan rasyonalizmi” diye değerlendirenler olabilir, ancak ne olursa olsun, gerçek budur.
İşte bu kompozisyonun ardından Genelkurmay Başkanı olan İlker Başbuğ’un, Hilmi Özkök’ün vizyonunun aksine, TSK iç kamuoyuna fazla duyarlı ve dolayısıyla fazla yalpalayan bir çizgi izlediğine tanık oluyoruz. Başbuğ’un, Genelkurmay Başkanlığı’ndaki zikzaklı çizgisi, “İrtica ile Mücadele Eylem Planı” ve “Balyoz darbe planı” iddiaları üzerine yaptığı açıklamalarda açık seçiktir. Gelin bu iki olayda Başbuğ’un nasıl bir çizgi izlediğini hatırlayalım.
Komutan ‘kâğıt parçası’ dedi, Genelkurmay geri aldı!
AKP ve Gülen cemaatini parçalamak için komploya varan bir dizi senaryo içeren “İrtica ile Mücadele Eylem Planı” 12 Haziran 2009'da Taraf gazetesinin manşetinden “AKP ve Gülen'i bitirme planı” başlığıyla yayımlandı. Habere göre, Genelkurmay Harekât Başkanlığı'na bağlı 3. Destek Şube Müdürü Deniz Kurmay Kıdemli Albay Dursun Çiçek'in imzasını taşıyan plan, Nisan 2009'da hazırlanmıştı.
Belgenin fotokopisi üzerinden inceleme yapan Genelkurmay Askeri Savcılığı, haberin yayınından 12 gün sonra, “şu ana kadar elde edilen deliller değerlendirildiğinde ele geçirildiği iddia edilen belgenin, Genelkurmay Başkanlığı'nın herhangi bir biriminde hazırlanmadığına ilişkin bir kanaate varıldığını” bildirdi. Askeri savcılık “kovuşturmaya yer olmadığına” karar vermişti.
Başbuğ, Taraf'ın yayınından 13, Askeri Savcılığın kararından da 1 gün sonra, 26 Haziran 2009'da düzenlediği basın toplantısında, sadece bu soruşturmanın sonucuna değinmekle kalmadı, şu ifadeleri kullanmakta da bir sakınca görmedi:
“Türkiye neredeyse iki haftadır Genelkurmay Askeri Savcılığı’nın elinde bulunan, yürüttüğü hazırlık soruşturması neticesinde ulaşmış olduğu kararla ortaya çıkan bir kâğıt parçası etrafında gereğinden fazla enerjisini tüketmiştir. Şu anda elimizde olan hukuki anlamda bir kâğıt parçasıdır... Biz bu kâğıt parçasının birileri tarafından TSK’yı yıpratma ve karalama amacıyla hazırlandığını değerlendirmekteyiz. İstanbul Başsavcılığı'ndan istiyoruz, diyoruz ki, bu belgenin gerçek olmadığı noktasından hareketle bu kâğıt parçası kimler tarafından, ne amaçla hazırlandı? Bunu bulun.”
Başbuğ'un bu sözlerinden sonra, 16 Ekim'de bir subayın orijinal belgeyi Ergenekon savcılarına gönderdiği ve Genelkurmay'daki 35 bilgisayarda gerçeğin ortaya çıkmaması için “temizlik yapıldığını” ihbar ettiği kamuoyuna yansıdı.
Savcılara gönderilen ıslak imzalı belge Albay Dursun Çiçek'in imzasıyla karşılaştırılmak üzere Adli Tıp Kurumu'na gönderildi. Kurum, 4'e karşı 7 oyla imzanın Çiçek'e ait olduğu kararına vardı. Bu kararın ardından orijinal belge, bir kuryeyle 16 Şubat 2010'da Genelkurmay Askeri Savcılığı'na gönderildi.
Belgeyi Jandarma Kriminal Laboratuvarı'nda inceleten Askeri Savcılık, “ıslak imzanın Dursun Çiçek'in eli ürünü olduğu” yolundaki kuvvetli bulgularla karşılaştı. Elde edilen “yeni deliller” üzerine Askeri Savcılık 1 Mart 2010'da tekrar ifadesini aldığı Çiçek'in tutuklanmasını talep etti. Ancak daha önce sivil mahkemece iki kez tutuklanan, ancak yapılan itirazlar üzerine ikisinde de serbest bırakılan Çiçek'in tutuklanması talebi askeri mahkemece reddedildi.
Genelkurmay Başkanlığı da, Askeri Savcılığın kararıyla aynı gün, 1 Mart 2010 akşamı saat 20:50'de internet sitesine koyduğu bilgi notunda, “yeni deliller elde edildiğini” ve Çiçek'in hakkındaki “kovuşturmaya yer olmadığı” kararının kaldırıldığını duyurdu. Genelkurmay Başkanı Başbuğ, sahte olduğunu iddia ettiği ve “fitne-fesat ürünü” dediği belge hakkındaki sözlerini, 8 ay sonra Genelkurmay Başkanlığı'nın resmi internet sitesinde tekzip etmişti!
Balyoz’u lanetledikten sonra ‘olay ciddi’ dedi
Başbuğ, benzer bir rotayı Balyoz planıyla ilgili haberlerle ilgili olarak izledi. “Balyoz darbe planı” adı altında tartışılan belgelerin yayımı, Taraf gazetesinde 20 Ocak 2010 Çarşamba günü “Fatih Camii bombalanacaktı” manşetiyle başladı. Genelkurmay Başkanlığı'ndan 21 Ocak'ta yapılan açıklamada, dönemin 1. Ordu Komutanı Çetin Doğan'ın T24’e yaptığı açıklamanın aksine, 1. Ordu’da düzenlenen seminerin “iç değil dış tehdide karşı hazırlanan harekât planlarını geliştirmek ve eğitim” amacıyla düzenlendiği belirtildi. Genelkurmay açıklamasında, “Bu plan seminerine ilişkin olarak ortaya atılan iddiaları, aklı ve vicdanı olan hiçbir kimsenin kabul etmesi mümkün değildir Söz konusu iddiaları ciddiye alarak üzerinde yorumlar yapılmasının ve bilgi kirliliği yaratılmasının; özellikle toplumumuzda tedirginlik yaratmak isteyenlerin amacına hizmet edeceği değerlendirilmektedir” denilerek darbe planı haberleri kesin olarak reddedildi.
İlker Başbuğ da, 25 Ocak 2011’de, Genelkurmay Karargâhı'nda düzenlenen Kazım Karabekir'i anma toplantısında “Balyoz” haberleri konusunda açıklamalar yaptı. Tartışmalı plan semineri belgelerinin, üzerinden 7 yıl geçmesi nedeniyle yönetmelikler gereğince imha edildiğini, ancak Kara Kuvvetleri Komutanlığı'nın bir inceleme başlattığını belirten Başbuğ, Balyoz planında geçen “cami bombalama” gibi iddialar için ağır sözler sarf etti:
“Biz askere ne dedirttiriyoruz biliyor musunuz? 'Allah, Allah' diye askere taarruz ettiriyoruz. Yani şimdi ben size soruyorum, vicdansızlara soruyorum. 'Allah, Allah' diye askerine hücum ettiren, taarruz eden bir ordu, nasıl Allah'ın evi camiye bomba atmayı düşünür. Vicdansızlıktır. Lanetliyorum bunları. Bu kadar vicdansızlık olur mu? (...) Bugün de bu ordunun Mehmetçiği, 'Allah, Allah' sesleri ile eğitimde düşmana taarruz ediyor. 'Allah, Allah' sesleri ile eğitim yapıyor. Talimnamemizde var. Ya böyle bir ordu, böyle bir ordunun kişileri çıkacak, Allah'ın evi camilere bomba atacak, oradaki dini ibadetini yapan kişilere şey yapacak. Lanetliyorum. Yine bu ordunun kişileri çıkacak kendi uçağını v.s. bilmem ne yapacak. Lanetliyorum. Türk ordusunun da bir sabrı var... Siz bu ordunun tümünü nasıl böyle itham edersiniz? Hiç mi vicdanınız yok, yapanlara söylüyorum.”
Başbuğ'un, aynı açıklamada “bir hafta içinde sonuçlandırılıp kamuoyuyla paylaşılacağını” duyurduğu Kara Kuvvetleri'nin incelemesi konusunda bugüne kadar bir açıklama yapılmadığını not edelim.
Başbuğ’un bu açıklamasına rağmen, Balyoz planına sahne olduğu öne sürülen seminerin yapıldığı dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök, “Muhatap (1. Ordu'nun bağlı olduğu) Kara Kuvvetleri Komutanı'dır” diyerek, o sırada bu koltukta oturan emekli Orgeneral Aytaç Yalman'ı işaret etti. Yalman da Özkök'e “Hilmi Paşa haklıdır, o sırada Kara Kuvvetleri Komutanı ben olduğuma göre muhatap da benim” cevabını verdi. Yalman'ın bu açıklamayı eklediği ilginç not, ''O dönemde İlker Paşa da (Başbuğ) benim kurmay başkanımdı. O nedenle o da konuyu yakından bilir...'' olmuştu.
Yalman, topu, Genelkurmay Başkanlığı koltuğunda oturan Başbuğ’un önüne atmıştı. Başbuğ, “kâğıt parçası” çıkışından sonra “lanetliyorum” çıkışında da farklı bir frekansın eşiğine gelmişti. Nitekim, 14 Mart 2010'da Milliyet Ankara Temsilcisi Fikret Bila'ya verdiği demeçte, Balyoz konusunda önemli bir manevra yaptı. Başbuğ 6 hafta önce “lanetliyorum” dediği Balyoz planı için bu kez “Olay ciddidir ve bugüne kadar belki yaşanan olayların Türk Silahlı Kuvvetleri üzerindeki etkisi açısından en önemlilerinden birisidir. Ve en ciddilerinden birisidir” demişti.
Başbuğ ve personelinin psikolojisi
Sonuçta Başbuğ, Ergenekon sürecinin iki köşebaşı olan İrtica ile Mücadele Eylem Planı ve Balyoz darbe planı iddiaları konusunda ilk açıklamalarının tam aksi istikamette bir noktaya düşmüştü.
Peki neden? Hilmi Özkök’ün karargâhında darbeci eğilimlere karşı mesafesini koruyan Başbuğ Genelkurmay Başkanlığı koltuğunda karargâhı tarafından yanıltılmış mıydı, yoksa bazı belgeleri örtbas etme çabası içinde miydi?
Bilmiyoruz, Başbuğ’un yargılandığı dava bu soruların cevabı açısından büyük bir önem taşıyor. Ancak Başbuğ’un, TSK geleneğinin menzilinden çıkmakta zorlandığını ve iç kamuoyuna karşı açıklamalar yaparken çelişkiye düştüğünü görüyoruz. Misal, avukatı, tutuklandığı gece “kâğıt parçası” açıklamasını neden yaptığı sorusuna Başbuğ’un “personelinin psikolojisini” de gerekçe gösteren bir yanıt verdiğini açıkladı.
İnternet Andıcı davasında tutuklanan Başbuğ’un, 1990’ların sonundan itibaren kurulmaya başlanan ve sayıları 46’yı bulan, bazılarında AKP hükümetinin doğrudan hedef alındığı internet sitelerini, Taraf gazetesinin 4 Şubat 2009’daki haberi üzerine öğrenince kapattırdığını açıkladı. Böylece Başbuğ, Genelkurmay Başkanı olduktan yaklaşık beş ay sonra bu sitelerden haberdar olduğunu ve kapattırdığını söylemiş oluyordu.
Ancak, İnternet Andıcı davası iddianamesine konu olan 4 internet sitesinin kuruluşunun, eski siteler kapatıldıktan hemen sonra gündeme gelmesi ve Genelkurmay İkinci Başkanı’na kadar ulaşan paraflarla sürecin devam ettirilmesi, andıçta imzası olmadığını vurgulayan Başbuğ’un en hafif ifadeyle basiretsizliğini gösteriyor.
Askerdeki akıl tutulmasının nedeni için ilginç bir yorum
Peki, askerde, o dönem için ikinci kez tek başına iktidara gelecek kadar seçmenden kuvvetli bir destek almış hükümeti hedef alacak internet siteleri kurmak kadar akıl tutulması yaratan şey ne olabilir? Darbe hedefine kilitlenen gözlerin önündeki engelleri, ülkedeki gerçekleri göremeyecek kadar körleşmesi mi?
“Hayır” diyor aynı söyleşide Nejat Eslen ve askerin darbeyi ikame edecek yöntemler bulması gerektiğini bakın nasıl anlatıyor:
“TSK’nın mademki cumhuriyeti korumak gibi anayasanın verdiği çok ciddi bir görevi var, bu görev için bir strateji geliştirmek gerek. Bu da askeri müdahaleyi gerektiren bir strateji olmamalı. Bu anlamda, bugün TSK’nın hem soğuk savaş sonrası döneme adaptasyon, hem de bu görevi askeri müdahaleler dışında halletme konusunda yeterli bir hazırlığının, stratejisinin olmadığını düşünüyorum. Bu bocalamalar bundan kaynaklanıyor. TSK, bu ciddi gelişmeleri bir strateji ile karşılamadığı için meseleler bireyselleştiriliyor. Bireyleştirildiğinde de işin tadı kaçıyor. Oysa hem uluslararası ortam, hem de iç ortam çok dinamik. Böyle bir ortamda çok akıllı olmak, aklı da tedbirlere yansıtmak gerekiyor.”
Hükümeti de hedef alan internet siteleri kurmak böyle bir strateji arayışının sonucu olabilir! Ancak gerekçe olursa olsun, temel neden, Türk Silahlı Kuvvetleri’ni yönetenleri şekillendiren “Cumhuriyet bizden sorulur” geleneğidir. Genelkurmay Başkanlığı koltuğunda çok zikzaklı bir rota izleyen İlker Başbuğ’u paçalarından çekiştirenin de bu gelenek olduğu görülüyor.
Başbuğ’a bakarken gazetecileri unutmayın
Peki Türkiye’nin demokrasi sorununu bu gelenekten ibaret sayabilir misiniz?
Hasan Cemal’in “Türkiye’nin asker sorunu, aynı zamanda bir sivil sorunudur” sözünü hatırlatarak, “Hayır” diyelim. Zira Türkiye, demokrasiyi derinleştiremeyen bir sivil zihniyet sorunu da yaşıyor.
Sorumlulukları nedeniyle elbette hesap vermesi gereken bir Genelkurmay Başkanı’nı yargılamayı ancak “silahlı terör örgütü kurma” suçlamasına dayandırmak da… Anayasa değişikliği ile kaldırılmış devlet güvenlik mahkemelerini yasayla “özel yetkili mahkemeler” adı altında geri getirmek de… Genelkurmay başkanları ve kuvvet komutanlarının görevleriyle ilgili suçlardan dolayı sadece Yüce Divan’da yargılanabilecekleri Anayasa’da açıkça yazıyorken İlker Başbuğ’u özel yetkili mahkemeye çıkarıp tutuklamak da bu zihniyetin sorunu.
O zihniyetin coğrafyası sağdan sola, merkezden uca çok geniş bir alanı kapsıyor. Başbakan Tayyip Erdoğan’ın “Bombadan tesirli kitaplar var” sözünü, CHP’nin anayasa profesörü de olan Genel Başkan Yardımcısı Süheyl Batum’un “Asker kâğıttan kaplanmış” diye sızlanışını hatırlayın…
Hopa’da çevre eylemi yapanları da, parasız eğitim isteyen öğrencileri de, puşi takan üniversiteliyi de “silahlı terör örgütü üyesi” diye tutuklayan bir düzen, aynı kadrajın içine Genelkurmay Başkanı’nı da koyunca demokratikleşmiş olmuyor. “Terör örgütü kurmak”la da suçlanan Başbuğ tutuklanmadan birkaç saat önce, sadece yazdıkları yüzünden “terör örgütü üyesi olmak”la suçlanan gazetecilerin tahliye taleplerinin bir kez daha reddedildiğini unutmayın.
Evet, askeri paçalarından çekiştiren ve harp okullarındaki eğitim sürecini tepeden tırnağa gözden geçirmeyi gerektiren bir gelenek var.
Ve bu ülkenin sivilleri o geleneğe eklenip demokrasiyi paçalarından çekiştirmeyi sürdürüyor!..