12 Haziran 2007'de Ümraniye'de bir gecekondu için yapılan ihbarla başlayan Ergenekon süreci, Türkiye'yi ikiye bölmüştü. Metropol araştırma şirketinin kamuoyu yoklamasına da yansıyan kutuplaşma, toplumun yaklaşık yarısının, Ergenekon sürecinde adil bir yargılama yapıldığına inanmadığını gösteriyor.
Ergenekon'da son dalganın ise, argümanları çok kuvvetli olmayan küçük bir kesim dışında, aydınları da kapsayacak bir şekilde Türkiye'yi ortak bir paydada birleştirdiğini görüyoruz.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Başbakan Tayyip Erdoğan ile Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç'tan CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu'na, Ergenekon yargılamalarına dayanak olan süreçte en çok belgeyi yayımlayan Taraf Gazetesi'nin Genel Yayın Yönetmeni Ahmet Altan'dan Cumhuriyet Yayın Kurulu Üyesi Hikmet Çetinkaya'ya, Türkiye'nin darbecilerle hesaplaşması için yıllardır mücadele eden T24 Başyazarı Aydın Engin'den Zaman gazetesi yazarı Fehmi Koru'ya, Yeni Şafak'ta yazan Ali Bayramoğlu ve Kürşat Bumin'den Hürriyet yazarı Mehmet Y. Yılmaz'a, Başbakan'ın kamuoyu önünde “Abi” diye hitap ettiği tek gazeteci olan ve son dalga üzerine Milliyet'te “Kafayı mı yediniz siz” diye yazan Hasan Cemal'den TÜSİAD Başkanı Ümit Boyner'e kadar uzanan büyük bir “ortak rahatsızlık paydası”ndan söz ediyoruz. Ergenekon süreci için, bir yargı ve yargılama reformuna da ilham verecek umudu aşılayan büyüklükte bir ortak payda.
Türkiye'nin yargıda ve yargılama usullerinde ciddi bir reforma ihtiyacı var. Ergenekon sürecindeki son dalga için yöneltilen sorular üzerine “Yargının işi, biz karışamayız” diyen Erdoğan'ın tavrı, kendi liderlik kapasitesiyle çelişki yaratıyor.
Zira Ergenekon sürecinde en büyük ortak paydayı yaratan sorun; “uzun tutukluluk” süreleri, hürriyeti bağlayıcı bir şablona dönüşen “tutuklama gerekçeleri” ve “gizli delili açıklamayarak tutuklama yapmaya” olanak veren yasal düzenlemeler.
İki yıllık tutukluluk on yıla çıktı
Başka bir zeminde asla göremeyeceğimiz büyüklükte bir koalisyon yaratan bu üç sorun da, uygulama sorunları bir yana, AKP iktidarının imzasını taşıyan Ceza Muhakemeleri Kanunu'ndan (CMK) kaynaklanıyor. 5271 sayılı bu kanun, TBMM'de 4 Aralık 2004'te kabul edildi, tutukluluk hükümleri 2011 başında olmak üzere,17 Aralık 2004'te yayımlanarak, yürürlüğe girdi.
Hükümet, tasarının gerekçesinde, Avrupa Birliği ilkeleri doğrultusunda “sanık hakları” açısından yeni bir düzenleme yapma amacını dile getirdi. Hükümet tasarısında, ağır cezayı gerektiren suçlar için bile tutukluluk süresi “en çok” iki yıl olarak düzenlenmiş, herhangi bir uzatma da öngörülmemişti.
Tasarı parlamentoya sevk edildikten sonra, metnin ilk halinde bulunmayan devlet güvenlik mahkemeleri, adı değiştirilerek adeta yeniden kuruldu. İlk metinde “en çok” iki yıl olarak öngörülen tutukluluk süreleri devlete ve anayasal düzene karşı suçlarda 10 yıla kadar, yani başlangıç noktasının tam beş katına kadar çıkarılabildi! ( CMK Madde 102 ve 252)
Delil göstermeden suçla ve tutukla
Ergenekon'un son dalgasında gözaltına gözaltına alınan Nedim Şener ile Ahmet Şık'ın, “açıklanamayan deliller” ile tutuklanması, usul hukukumuzun durumunu ortaya koyuyor. CMK'nın 153. maddesine göre, “soruşturmanın amacı tehlikeye düşecekse” şüphelinin neyle suçlandığını gösteren deliller sanık ve avukatına gösterilmeyebiliyor. Bu hükmü, “Seni tutukluyoruz, ama gerekçesini açıklayamayız” diye okuyabilirsiniz. “Savunma hakkı”na karşı böylesine duvar ören bir yasanın “demokratik bir hukuk devleti”ne yakıştığını iddia edebilir misiniz?
CMK'daki diğer ciddi sorun; Ergenekon sürecinde gündeme gelen iddiaları da içeren “katolog suçlar”ın varlığı halinde yasanın 100. maddesinde “Tutuklama sebebi var sayılır” denilmesidir. Bir şüpheliye yöneltilen iddia, örneğin devlet güvenliğine veya anayasal düzene karşı suçlar, yani “katalogda sayılan suçlar” kapsamındaysa, o kişiyi tutuklamak için ayrıca bir gerekçe aranmayacağına hükmeden, yani “suçla ve tutukla” düzeni içeren bir yasa hükmünden söz ediyoruz.
Özetle, AKP iktidarı döneminde kabul edilen Ceza Muhakemeleri Kanunu; bir hukuk devletinde kabul görmesi imkânsız olan 10 yıla kadar tutukluluk süreleri, savunma hakkını yerle bir eden “delil saklama”ya ilişkin hükümleri ve “katolog suçlar” marifetiyle düzenlenen “ekspres tutuklama” formülleriyle Ergenekon sürecinde de ciddi bir kriz yaratmış bulunuyor.
Başbakan yargının işine karışmalı!
Parlamentodan geçirdiği CMK'nın ortaya koyduğu bu tablo karşısında “Yargının işine karışamayız, biz bir şey yapamayız” diyen Başbakan Erdoğan samimi davranmıyor. Üstelik, hukuk devleti ilkeleri karşısında talihsiz ifadeler de içeren “Biz yargıya karışamayız, yargı da bize karışamaz” açıklamasını yapan Erdoğan'ın son sözleri, “Biz bir şey yapamayız” kayıtsızlığıyla çelişiyor. Başbakan, bizzat gördüğü üzere, bu tutumuyla Ergenekon sürecine de zarar veriyor.
“Savcıların, önlerinde ne yazıyorsa onunla hareket etme gibi bir durumları vardır” diyen Cumhurbaşkanı Gül, kendisinin de milletvekili ve bakan olarak destek verdiği CMK'daki garabete işaret ediyor olmalı.
Evet, bir şey yaparsınız Başbakan, yapmalısınız! Aksi halde bu CMK, bu şipşak başlayıp yıllar süren tutuklamalar, bu savunma hakkı ihlalleri, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nden Türkiye'ye mahkûmiyet yağmuru olarak geri dönecek.
Milletvekili emanet edilmeyen bir yargı
Türkiye'yi sekiz yıldır yöneten AKP'nin kendisi de, yargıya güvenmiyor. Başbakan Erdoğan'ın Rusya'dan dönerken uçakta yaptığı açıklamaları hatırlıyor musunuz? Bakın, 19 Mart'ta gazetelerde yayımlanan milletvekili dokunulmazlığına ilişkin o açıklamada neler var:
“Siyasette kürsü masuniyeti farklı bir şey. Yasama organını yargının vicdanına terk etmiş oluruz. Bir başbakan olarak adım atsanız, bir savcı size karşı hissi baksa, hakkınızda dava açsa, bir ülkenin başbakanı o savcının elinde oyuncak olacak. Sincan Hâkimi Cumhurbaşkanı Abdullah Bey'i aldı, kendine göre dalgasını geçti. Benimle ilgili alt mahkemeler karar verdi. Aynı kişi MHP'den aday adayı. Siyaseti nasıl bunların eline teslim edeceksiniz?”
Şimdi soralım:
Parlamentodaki 550 kişinin teslim edilemediği bir yargıya bütün bir ülke nasıl teslim ediliyor?
Başbakan, önüne koyduğu yasaları uygulayan yargıya güvenmiyorsa, vatandaşın güvenmesini neden ve nasıl bekliyor?