Anayasa değişiklikleri ve son olarak Balyoz davasındaki yakalama-tutuklama kararlarıyla gündemde olan Ergenekon süreci, Türkiye'yi yakın tarihinde görülmemiş bir hukuk tartışmasının içine soktu. Tartışmanın yararını, çok sayıda gazete ve yayında şüphelilerin kim olduğundan hareketle yayın yapılması ve insanların medya mahkemelerinde mahkûm edilmesi gölgeliyor.
Liberal görüşleriyle bilinen Yargıtay Onursal Başkanı Doç. Sami Selçuk'tan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nde yargıçlık yapan emekli Büyükelçi Rıza Türmen'e kadar çok sayıda saygın ismin, sanık hakları konusunda Türkiye'nin geçtiği sürece önemli şerhler düşmesini önemsemeliyiz.
Balyoz davasında 102 kişi hakkında “yakalama” ve “tutuklama” kararı verilmesinin ardından olayın her cephesinde yaşanan tuhaflıkları, yarın sona erecek Yüksek Askeri Şûra'nın ardından daha sağlıklı olarak değerlendirme olanağı bulacağız.
Referandum ise, sadece sandıktan çıkacak oylar nedeniyle değil, Anayasa'nın ilk kez meydanlarda böylesine tartışılmasına zemin olduğu için de değerli. Geçici 15. madde gibi, darbe yöneticileri ile darbe dönemi tasarruflarına dokunulmazlık sağlayan bir düzenlemeye son verilmesinin gündeme gelmesi, Türkiye'nin tarihi açısından büyük bir hukuki ve sembolik değer taşıyor.
Ancak bu durum, AKP'nin, Cumhurbaşkanı'nın yüksek yargı üzerindeki etkisini artıran Anayasa değişikliği önerisinin, 1982 Anayasası'nın temel özelliği olan “yürütmeyi güçlendirme” tercihini pekiştirdiği gerçeğini değiştirmiyor.
AKP, kendi hazırlattığı taslağı dikkate almadı
Anayasa değişikliği ile Cumhurbaşkanı'na tanınan yetkiler konusunda doğan kuşkunun meşru olduğunu, AKP'nin kendisinin 2007'de hazırlattığı Anayasa taslağı da ortaya koyuyor.
Söz konusu pakette Cumhurbaşkanı'na Anayasa Mahkemesi'ne tek üye bile seçmemesi önerilirken, aksi yöndeki tercihin parlamanter sistemi özünden uzaklaştıracağı vurgulanıyordu. AKP, Cumhurbaşkanı'nın yetkilerinin azaltılmasının önerildiği o taslağın aksine, yaklaşık 2,5 yıl sonra Köşk'ün yetkilerini artıran bir teklifi Türkiye'nin gündemine getirdi. 2007'de AKP'ye sunulan o taslağın altında Prof. Ergun Özbudun, Prof. Levent Köker, Prof. Serap Yazıcı ve Prof. Zühtü Arslan gibi saygın hukukçuların imzasının bulunduğunu hatırlatalım.
1982 Anayasası'nda yürütmenin yargı üzerindeki yetkilerini, “partiler üstü” ve “tarafsız” bir konum verilmeye çalışılan Cumhurbaşkanı cephesinde toplama eğilimi dikkat çeker. 2007'ye kadar 7 yıl olan görev süresi parlamentonun seçim süreleriyle farklılaştırılan Cumhurbaşkanı'nın tercihlerinin, yargıda yapılacak seçimleri siyasetten uzaklaştıracağı varsayımı 1982 düzenlemesine hakim olmuştur.
Gül'ün tercihi, kuşkuları teyit ediyor
Ancak Anayasa değişikliği paketinde AKP'nin tercihi, Cumhurbaşkanı'nın mevcut durumda bile zaman zaman sistemin tıkanmasına yol açan yetkilerini daha da artırmak yolunda oldu. 2007 değişikliğiyle Cumhurbaşkanı'nın halk tarafından seçilmesi esasının getirildiği dikkate alındığında, yargı-siyaset ilişkileri konusunda Türkiye'nin yeni ve tartışmalı bir döneme gireceği söylenebilir.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün, Anayasa Mahkemesi Yedek Üyeliği'ne yaptığı atama, gelecekte yaşanacak tartışmaların ilk ipucunu vermiş bulunuyor. Gül, “üst kademe yöneticisi” kontenjanından yedek üyeliğe atamak için Raportör Alparslan Altan'ı bir aylığına Denizcilik Müsteşar Yardımcılığı'ndan geçirmiş, ardından da Anayasa Mahkemesi'ne atamasını yapmıştı.
Hülasa, ne meşru bir iktidarın parlamentodan geçirerek halkın önüne getirdiği Anayasa değişikliği paketinin, ne de bu paketi özellikle Cumhurbaşkanı'nın yetkileri konusunda sorgulayanların kuşkularının meşru olmadığını söyleyebiliriz.
Elbette hiçbir değişiklik, kurucu iktidar gibi çalışacak yeni bir parlamentonun baştan sona yeni bir “toplum sözleşmesi” üzerinde uzlaşma sağlaması kadar Türkiye'nin anayasa ve demokrasi tarihine geçmeyecek...