Bizi korkutmak isteyenlere, özgürlüklerimizi hedef alanlara karşı özgürce her daim fikirlerimizi ifade etmek zorundayız. 2.5 yıldır yuvam olan, bana bir göçmen olarak Türkiye’den kat bin kat daha fazla insan hakkı ve özgürlük sağlayan Fransa’dan, Paris’ten yazıyorum; çünkü yazmak zorundayım.
Charlie Hebdo saldırısından bu yana, sokaklarda asker ve polisin arttırıldığı, kalabalık kamusal alanlarda ekstra güvenlik önlemlerin alındığı bir Paris’te yaşıyorduk. Fransa’ya giriş-çıkış yaparken Türkiye vatandaşı olduğum için fazladan sorulan güvenlik sorularına alışmıştım artık. 22 Temmuz’da DAİŞ’in yayınladığı bir videoda fransızca konuşan bir cihatçı “Paris’in sokakları ölü bedenlerle” dolacak tehdidini savurduktan sonra bir Suriyeli esiri başından vurarak uçurumdan aşağı atmıştı. Bahsettikleri saldırı 13 Kasım içinmiş demek ki. Kulaklarımda hâlâ dün gece saatlerce duyduğum siren sesleri yankılanıyor.
Dün gece bir arkadaşım ile buluşacaktım, sonradan iş yoğunluğu sebebiyle erteledik. Şimdi düşünüyorum da, saldırıların gerçekleştiği sokaklar benim hep gittiğim, dolaştığım mahallede. Belki biz de orada olacaktık. En çok da bu tedirgin ediyor insanı. Sadece bir akşam yemeği yemek için oturduğun restoranda, bir konseri izlemek için gittiğin salonda birilerinin inancı uğruna gelip seni katletme olasılığının olduğunu bilmek tedirgin ediyor.
Avrupa’da ilk defa halkın yaşam tarzına karşı bu kadar kapsamlı bir saldırı düzenlendi. İnsanların hayattan keyif almasından, sosyal yaşamda bulunmasından öyle rahatsızlarmış ki, tüm saldırılar sadece ve sadece bir Cuma gecesini dışarıda keyifle geçirmekte olan genç insanlara yapıldı. Ki saldırı yapılan restoranlar, bistrolar öyle lüks yerler de değil, orta sınıfın gittiği mekânlar. Bir metal konseri ve bir futbol maçı, bunlar da yine orta sınıfın erişim sağlayabileceği eğlence etkinlikleri. Bu nasıl bir nefrettir, anlamak mümkün değil. DAİŞ’in üstlendiği saldırılar gösteriyor ki, radikal İslamcıların hayatı kendi ilkel ve barbar dayatmaları dışında yaşayanlarla büyük sorunları var.
Saldırganlardan biriyle göz göze gelmiş, üzerine ateş açılmış ve yara almadan kurtulabilmiş bir kadın, bir röportajda gözyaşları içinde şu cümleleri sarf ediyor: “Silahı olmayan insanlara ateş ediyorsunuz. Hepiniz alçaksınız. Ve hayır, yaşamaktan vazgeçmeyeceğiz. Sokağa çıkacağız. Normal hayatımıza devam edeceğiz.”
Charlie Hebdo’da da dedik, yine diyoruz, korkmuyoruz ve korkmayacağız.
Şu an için bilinen: en az 6 farklı yerde silahlı saldırı oldu, en az 127 kişi öldürüldü, en az 200 yaralı var 80 tanesi ağır yaralı. Saldırganlardan 8 tanesi öldürüldü ancak polis ortaklarının hâlâ sokaklarda olabileceği çağrısını yaptı. François Hollande tarafından OHAL ilan edildi, Fransa sınırlarında geçişlere ek kontrol getirildi ve 3 günlük yas ilan edildi. Kriz masaları, hastaneler ek mesaiyle çalışırken aynı zamanda bir acil durum telefon hattı da kuruldu. Tamamen devlet destekli olan bu dayanışma dışında vatandaşlar da anında örgütlendiler. Sokaklarda hastanelerin önünde kan vermek için uzun kuyruklar, duvarlarda dayanışma yazıları, hâlâ kayıp olanlar için çağrılar var. OHAL’e rağmen halk République meydanında katledilenlerin anısına çiçek bırakmaya gidiyor.
Evet, Ortadoğu’da her gün yaşanmakta olan sistematik katliamlar ve savaş hali, artık Avrupa’nın göbeğinde. Bu saldırıların orta sınıfın gündelik yaşam biçimine karşı yapılması oldukça sembolik olmakla birlikte, elbette arkasında başka gerekçeler de mevcut. Fransa’nın müdahil olduğu Ortadoğu savaşları, bir numaralı gelir kaynağı olan silah ticareti, topluma sosyal entegrasyonunu sağlamakta yetersiz kaldığı Müslüman Fransız vatandaşlarının radikalleşmesinin önüne geçememesi gibi çokça gerekçe sayabiliriz.
Suruç, Ankara, Beyrut, Paris ve Bağdat, bu saldırıların hepsi DAİŞ tarafından üstlenilmiş, organize saldırılar. Bu konuda hepimiz hemfikirizdir diye düşünmekteyim. Ancak bunların arasında en çok Paris’in medyada ses bulmasına tepkili olanları görüyorum. Tepkilerini haklı bulmakla birlikte bu katliam yarıştırma durumunu çok sağlıksız buluyorum. Katliamlardan sonra oluşan travma ve yas sürecini oldukça hırpalayan bir durum bu. “Fransa sonunda desteklediği teröristlerin terörüne uğradı, oh olsun” gibi ince bir ayrım var tüm eleştirilerde. Sanki bu saldırılarda yaşamını yitirenler bunu hak etmiş gibi bir öfke mevcut. Ana akım medyanın yönlendirmeleriyle, yine birbirimize sataşıyoruz.
Ankara katliamından sonra Elif Şafak yazmıştı; “beraber yas tutamayanlar, beraber bir gelecek inşa edemez” diye. Gerçekten karşımızda tek bir düşman var, adı da DAİŞ. Bu düşmanın adını koymak, destekçilerini belirlemek ve karşısında beraber durabilmek için daha kaç tane katliam yaşanacak? Kaç kere yas tutacağız?
Ölüm korkusu çok tuhaf bir his. Batı’da Doğu’nun şiddetiyle yaşanmasa da genel bir idrak süreci en nihayetinde başladı diyebiliriz. Şimdi biz aktivistlere gerek örgütlenme, gerek sağduyu çağrısı olsun bu idrak sürecini ırkçılığa varmadan şekillendirme yükümlülüğü düşüyor. Bu o kadar hassas bir çizgi ki. İşlenen katliamlar din için yapılırken, radikal İslamcılar ile inanç özgürlüğünü başkalarına dayatmadan yaşayan Müslümanlar arasındaki farkı anlatmak gerekiyor. Laiklik, özgürlük, demokrasi ve cumhuriyet, Fransa için temel insan haklarını koruyan değerler. Bu değerler arasında elbette inanç özgürlüğü mevcut ancak dini hassasiyetlerin başkalarının özgürlüklerini kısıtlamasına katiyen yer yok. Olmamalı da.
Durum böyleyken, bölünmeler yaşanmadan, ayrımcılık uygulanmadan, beraber direnmemiz nasıl olacak, dengeyi nasıl koruyacağız, pek emin değilim. Emin olduğum tek şey, korkmadan, birlikte dayanışmaya devam etmek zorunda olduğumuz.
@DilaraGurcu