Şiddet ve öfke toplumumuzda ne yazık ki oldukça kabul gören bir davranış ve bir yanıt biçimi. Günlük, sıradan, ama vahim bir örneği ile geçtiğimiz gün karşılaştık. Konya Valisi, kendisini dinlemek için konferans salonunda oturan bir öğretmenin, bacak bacak üzerine atması üzerine, kameralar önünde bu duruma ve bu kişiye dair hissettiği kişisel bir rahatsızlığı (kendi normlarına göre saygısızlık işareti olmalı) rahatlıkla ve fütursuzca söyleme hak ve cüretini kendisinde buldu. Üstelik öğretmene "sen" diye hitap etti ve "öğretmen misin birader?" gibi bir sokak dili kullandı. Ve sonrasında olabilir ki fazla kontrolsüz davrandığını fark edip kalabalığa kendini alkışlatma çabası gösterdi ve kalabalık da bu davete otomatik bir şekilde icabet etti.
Anlatmaya çalışacağım konunun tam bir özeti gibi…
Öte yandan ülkemizde son 300 günde 390 kadın öldürüldü.
Fakat beri yandan da vali davranışı ile kadın cinayetlerinin artması arasında anlamlı bir ilişki var.
"Beni üzeni üzerim, değersiz değilim ulan!"
Hepimizin bildiği gibi "ne istersem söylerim ne istersem yaparım, kurallar bize işlemez, kuralları biz koyarız, bizi kimse ezemez, kimse duygularımızla oynayamaz, biz var ya biz..." şeklinde temsil edilebilecek, dürtü kontrolünü serbest bırakan bu "primer" ve çocuksu tutum, halihazırda mevcut iktidar dönemine ait söylemlerde bolca kendini gösteriyor. Bunun genel bir sonucu olarak, "Beni üzeni üzerim, güçsüz değilim, değersiz değilim, yetersiz değilim, namus bahane ben değersiz değilim ulan!" davranışları bugün kadına, çocuğa ve hayvana yönelik, yani kendince zayıfa yönelik şiddeti (örneğin, valiye göre öğretmen) arttıran yegâne faktörlerden biridir.
Bir kabahat işlediğinde kendini savunmak için çevresindekileri kendine inandırmaya çalışan çocukları hatırladım bu haberi izlerken ve çevresindekilerin tepkilerini:
-Ama anne sen de vazoyu kırılacak bir yere koymuştun yoksa evde top oynamamla ne ilgisi var?.. Di mi baba?!..
-Tabi ki benim aslan oğlum, kırar mı vazoyu yoksa. Sen kabahatlisin Hanım. Kızma benim oğluma! Kadın olsaydın da o vazoyu oraya koymasaydın!..
İnsana ait bir gelişim kanalı: Dürtü kontrolü
Toplumda hadsizlik, sınır aşımı, etik dışı veya görgüsüzlük olarak da ifade edilen bu davranışlar, insan beynindeki neokorteksin genişlemesiyle azaldı aslında. Yani bir kedinin ciğer görmesi üzerine "bak kedi o ciğer sana ait değil, sen gidip kendi mamanı yemelisin" açıklamalarına ve buna mukabil kısıtlamalara rağmen yine de bir yolunu bulsa gidip ciğeri midesine indirmesini, dürtülerini kontrol etmekte insanlar kadar gelişmediğinin göstergesi olarak açıklarız.
Biz insanlarda daha çok gelişmiş bir bölge olan prefrontal lob, aslında bir değerlendirme mercii olarak çalışıyor. Analiz, sentez, muhakeme, tahmin, gibi ileri düzey bilişsel işlemler bu bölge civarında gerçekleşiyor. Ve bu bölge sadece insan canlılarında bu denli gelişkin. Bu bölgenin işlevlerinden biri de insanın kendisini düşünerek kontrol edebilmesi. Öfkesinin de kızgınlığının da davranışsal sorumluluğunu taşıması, bunları nasıl ifade edeceğine karar vermesi. Bölgenin bir diğer işlevi de dolaylı olarak vicdan gelişimi, muhakeme, değerlendirme, karşılaştırma, deneyim gibi insana dair hasletlerin birleşmesiyle birlikte vicdan gelişimi.
Mahalle etkisi: Sıra dışı davranış, kabul gören davranış oluyor
Bu dürtü kontrolünü terk etmeye meyyal davranışlar çevredeki kültürden ayrı düşünülemiyor elbette. Çevrenizde yapılan ve rağbet gören davranışları otomatik olarak siz de davranış repertuarınıza alabilirsiniz. İster böyle davranırsınız, isterseniz de "ben böyle birisi değilim, öyle yapmam" diyerek bir karar verirsiniz ve daha farklı davranırsınız. Örneğin bir mahallede bağırış çağırışlı kavgalar hâkimse siz de otomatik olarak öfkelendiğinizde öfkenizi böyle ifade etmeyi seçebilirsiniz. Ama mahallenizde herkes çok kibarsa, tartışmalar sessizce yapılıyorsa, böyle bağırıp çağırmak aklınıza gelmez. Gelse de yapmama eğiliminiz daha yüksek olur. Dolayısıyla şiddet davranışını bir psikolojik bozukluk olarak değil, bir ifade biçimi olarak öfkeyi ve şiddeti böyle göstermeyi TERCİH etmek olarak ele almalıdır. Her ne kadar psikolojik bir bozukluk değil diyorsak da "istemediğim halde öfkeli davranıyorum ve böyle olmamasını istiyorum" şikayeti önemli ölçüde psikolojik ve psikiyatrik metotlarla tedavi edilebilir.
Son yıllarda hâkim olan değersizleştirme, itibarsızlaştırma, kabalık, görgüsüzlük ve kendine güvenin ilkel yollarla (sopa-şiddet-hukuksuzluk) gösterilmesi ihtiyacı ile aslında mahallemizde şu söylemler yayılmakta: "Ben sizin [geniş açıyla seküler kesime hitap ediliyor] hiçbir kuralınıza, etiğinize, bilim ve hukuk kurallarınıza veya insani değerlerinize, kendi uygun gördüklerim dışında uymam, beni böyle şeyler bozar, bana uygunu neyse onu yapar ve bana da öyle davranılmasını beklerim, yoksa da işte böyle cezalandırırım." Ayrıca, "yaptığım davranışa dair vicdani açıdan biraz rahatsız hissedersem, bu davranışla ilgili biraz kendime güvenemezsem de kendime şakşakçılar bulurum". (Şakşakçılar her toplumda vardır, hazırdır, çoğunlukla otomatik olarak yükselmiş her sesi alkışlarlar.)
Bugün aynı zihniyetin veya kendine bir aidiyet arayan grupların böyle söylemlerden etkilenmesi, çeşitli vesilelerle zayıfa, yani kendi algılarıyla zayıf olan kadına yönelik her türlü şiddeti arttırması aynı kökten beslenen fikirlerden doğmuştur.
Şiddetle mücadele politik mesele
Herkesin, her şeyi, her yerde, her şekilde söyleyebilmesiyle tarif edilebilecek modern dönemin kurallarının demode görülmesi şeklinde düşünebileceğimiz postmodernizmin etkisi, ülkemizde belli kesimlerde böyle cereyan etti anlaşılan; sosyolog değilim, sınırımı bileyim, ama baktığım yerden insan ve toplum psikolojisi üzerinden düşündükçe olanları kendime böyle açıklayabiliyorum.
Kabalık, psikolojik şiddet, itibarsızlaştırma, cezalandırma kültürü ile kadına, çocuğa, hayvana yönelik fiziksel-cinsel şiddet ve istismar, hem de cinayet birlikte artıyorsa, aralarında güçlü bir bağ olmalı, var.
Dolayısıyla şiddetle mücadele etmek politik bir meseledir. Şiddet, cinayet ve intiharlar için derhal işlevsel bir kurul oluşturulmalı, sivil toplum kuruluşlarından bu konuyla yıllardır uğraşanları davet edip, ruh sağlığı uzmanlarının, sosyolog ve sosyal psikologların desteğiyle yeni bir dil, caydırıcı önlemler ve politik etik üzerine iyi niyetli bir girişimde bulunmalıdır.
Aksi durumda gidişatımız çok karanlık.