En işlek caddelerden birinde arabamı sürüyorum. Bir araç zonk diye önüme atladı.
Başka bir ifade bulamıyorum. Onun yaptığı şerit değiştirmek değil, direksiyonu kırmak değil, atlamak.
Bir arabanın şeritten şerite atlaması ne kadar mümkünse, o arabada o mümkünlüğün içerisinde önüme geçti.
Eskiden çok kızıyordum bunu yapanlara, avucumu kornaya dayayıp sesimle duyuramadığım öfkemi kornayla duyurmaya çalışıyordum. Bu korna işinin herkesi cezalandırdığını fark ettiğim zaman korna ile kavga etmeyi bıraktım.
Siz hala korna ile konuşmaya çalışıyorsanız, yapmayın derim. Bu daha çok kalabalık bir mekanda, herkes oturup bir şeyler içip sohbet etmeye çalışırken bir masadaki iki kişinin bağırarak konuşmasına benziyor.
O öfkeyle sonuna kadar kornaya basınca önünüzdeki arkanızdaki, sağınızdaki solunuzdaki şoförleri, orada oturan mahalle sakinlerini, yolda kendi halinde yürüyen insanları, kuşları, böcekleri korkutmaktan ve rahatsız etmekten başka bir şeye yaramıyor.
Yapmayın, etmeyin.
Bu sefer de kornaya basmadım. Trafikte bana böyle davrananlara soruyorum, duysun duymasın soruyorum:
“Bunu yapınca hayatında ne değişti?”
Ne değişiyor hayatımızda bunu yapınca?
Böyle şerit değiştirince, birini madur ederek, ezerek, yok sayarak, görmezden gelerek şerit değiştirince bir insanın hayatında bir şeyler değişiyor olmalı. Bu bir tatmin, bir haz kaynağı olmalı diyorum. Yoksa amaçsızca bu kadar riskli ve etkili bir seçim yapılır mı?
Bunu yapan sürücünün hangi yanını bu yaptığı ile iyileştirdiğini bilmiyorum. Mutlaka daha önce incitilmiş, kırılmış, bir yanı şifalanıyor diye düşünüyorum.
Yoksa katlanılır gibi değil bu davranışlar.
Orada ben sürücü için neyin nesnesi, neyin yansımasıyım bilmiyorum ama, en basitinden bir nesneye barındırdığı öfkeyi kusuyor benim üzerimden, deşarj oluyor. Olsun, beni etkilemedikçe sorun yok.
Bu sadece şerit değiştirirken yapılmıyor, biliyorsunuz, değil mi?
Hayatımızın bir çok alanında, bir çok ilişkisinde bunun benzeri davranışları yapıyoruz.
Bunu bazen direkt muhattabına yapıyoruz, bazen onu yansıtan kişiye.
Bizi böyle öfkelendiren, delirten kişiye gücümüz yetiyorsa onu yoksun bırakmaya, kırmaya, eziyet etmeye çalışıyoruz.
Mesela biten bir ilişkide hala öfkemiz varsa, kavga etmeye, kırmaya, incitmeye, incitilmeye doyamadıysak bunu yapmaya çok seviyoruz.
“Beni bırakamaz, hayır, kabul etmiyorum” diyorsak içten içe, kabaca olup biteni hazmedemiyorsak, öfkemizi kusacak türlü yollar arıyoruz.
Hani şu ayrılırken çocuk göstermeyen anneler, mala mülke benim diyen erkekler var ya, hepsi bu çarkta dönüyor. Şu uzun uzun süren mal paylaşım davaları, bitmeyen nafaka kavgaları hep bir tarafın diğerine öfke kusması.
Bir insanın karşısına geçip “Senden nefret ediyorum” demeye gücünüz yoksa, ona eziyet etmeye de hakkınız yok.
Bir insanın karşısına geçip “Sana çok kırgınım, çok öfkeliyim beni çok üzdün, bana çok haksızlık yaptın” demeye cesaretiniz yoksa, ona eziyet etme hakkınız da yok.
Bir ayrılığın son dönemecinde hala rövanş almaya çalışıyorsanız, ah size, vah size.
Bu demektir ki, daha alınacak çok dersiniz var, hala pişmemişsiniz.
Bir şerit daha var
Oysa her şey çok farklı olabilir. Bir öğrenebilsek. Bir becerebilsek. Her şeyi çok farklı yaşayabiliriz.
Rövanş almaları bırakabilsek, o egoları bir dengeleyebilsek, kibrimizi baş ucumuzda bırakıp uykuya dalabilsek her şey çok farklı olacak.
Yine de umutluyum. Bu kadar kavgaya, savaşa ve öfkeye rağmen umutluyum. Bir gün gelecek ve öğreneceğiz.
Başarısızlık olarak gördüklerimizle kavga etmeyi bıraktığımızda her şey farklı olacak.
İlk iş “başarıya ulaşmak” , “kazanmak” diye hayatımızı harcamadan da yaşayabileceğimizi öğrenmekten geçiyor belki de, hayat bir yolculuk. Başı ve sonu belli bir yolculuk.
Sona geldiğinizde, yıllarca önce “İyi ki doğdum” dediğiniz zamanlar gibi, “İyi ki yaşadım” diyebilmek için yaşayın.
Hepsi bu. Bu kadar basit.