17 Temmuz 2018

Postmodern Robinson Issız Ada'ya düşmüş

Doğayı seviyorsanız şehirlerden ayrılmayın

Tüm sosyal mecralardan çekilirseniz ne olur? 

Uzun bir süredir yazmadığım gibi, neredeyse hiç bir sosyal medya hesabımı da kullanmıyorum.

Eskiden kalma artık pas tutmuş ilişkilerimi sürdürmek için çabalamayı da bıraktım. 

Hayat bu ya, öyle olmaz dedi. 

İlk önce iş için kullandığım telefon bozuldu, ardından ev telefonu, onun ardından son bomba kişisel telefonum düştü kırıldı. Ekran çalışmayınca numaralar da gitti. 

Şu akıllı telefonlar gidince epey bir şey oluyor. Mesela internet bankacılığı da gidiyor. Yanınızda çok nakit yoksa, hesabınızda da açıkta paranız bulunmuyorsa, parasızlıkla da karşılaşıyorsunuz.

Ardından eski bir telefonu iş için kullanmaya başladım. Epey eski ama, internet yok, minicik, gerçekten cebe sığan cep telefonlarından. 

Kişisel hattım için yeni bir telefon aldık, mecburiyetten. Yedek rehber yok, diğer telefonlardan numaraları alma şansım yok.  

Bir iki yakın eş dost dışında, ezberim de olmayan kimsenin telefon numarası da yok. Hayat kekah! 

Epey rahat bir durumun içine girdim. Ufacık bir yaşam. Günlük sorumluluklar dışında hiç bir fazladan eylem yok. Saatlerce ekrana bakmak, orayı burayı kurcalamak yok derken, aaa o da ne?

Yapacak ne kadar çok işim varmış. Sıkılacak zaman yok! Tüm gün koşturmaca başladı, iyi mi! 

Siz de yapın, çok rahat demeyeceğim. Mümkünse yapmayın. Benimki biraz sosyal deney gibi oldu. 

Paslı ilişkilerin bitmesi dışında çok farklı bir yaşam yok. Tüm bu süreçte etrafımda internet bağımlısı denilebilecek kişiler oluştu. Viral bir hastalık gibi, onu izledin mi, bunu gördün mü, diye gözüme sokulan sosyal medya paylaşımları peydahlandı. 

Ayrıca sosyal medya olmadan haber takip etmek, gündem izlemek filan biraz sudaki alık balık durumu oluşturuyor bünyede. Burası daha ayrı. 

Bu arada karbon ayak izi denilen durumu düşündüm. Doğal yaşam diye gidip yerleşmek için can attığımız, hayaller kurduğumuz kırsal alanların çevreye daha çok zarar verdiğini fark ettim. Bir nevi doğa talanı yapıyoruz.  

Bir yıldır Bodrum’da yaşıyoruz. İstanbul’daki yaşamımız ile burayı kıyasladım. İstanbul’da kullandığım benzinin dört katını kullanıyorum. Doğada kapladığım alan metrekare olarak daha fazla. Toplu ısınmadan, bireysel ısınmaya geçtik. Doğal gaz yok, odunla ısınıyoruz. Bildiğiniz ağaçların kesilmesine sebebiz!  

Doğal yaşayalım derken doğa katili olduk, iyi mi! 

Bir ara epey güldük bu duruma da, maymunlardan evrimleştiğimiz teorisini kabul edersek, sürü halinde ağaçta yaşayan maymunlardan, sürü halinde binalara geçmiş canlılarız aslında. Modern ağaçlarımıza yaptığımız yuvalar en az zararlısı sanırım.

Tüm bunlardan çıkanlar şöyle;

Doğayı seviyorsanız şehirlerden ayrılmayın. 

Bu internette çok zaman alıyor filan nidalarına girmeyin, bunu kanıksamayı ve yeni düzeni kabul etmek de fayda var. Yoksa sosyalleşme sürecinde epey dışlanmışlık duygusuna kapılıyorsunuz, grup aidiyeti zayıflıyor. 

Ah bu arada, eğitim tam bir fiyasko buralarda. Kurumlar büyük olsa da, zihniyetler küçük. 

İş kalitesi de epey düşük, sürekli tatil modunda yaşamak isteyen insanların sunduğu hizmetlere eyvallah demek zorunda kalıyorsunuz. Tüm yıl boyunca duyduğum “elimizden gelen bu kadar” cümlesini haddi hesabı yok. Kendimi bir ara uzaydan gelmiş gibi hissettim. Beklentisi çok yüksek kibirli birisi miyim acaba, diye düşündüm. 

Bodrum’da belediyenin bile kafası karışık, tüm kış sezonu doğru dürüst alt yapı hizmetiyle ilgilenmeyen belediye, yaz sezonu sahil şeritlerinde yol yapıyor, kaldırım yapıyor. 

Sonuç olarak Marks’ın yabancılaşmasının tam ortasındayız denilebilir. Ait olduğumuz doğanın içine girdiğimiz de, her şey bize yabancı oluyor. 

Belki de, yeni doğal yaşamımız metropellerde sıkışmış, ekranlara bakan bizleriz.  Toprakta olmak, teknolojiden uzak olmak filan nostaljik bir yolculuk sadece. 

Şehir hayatınıza sıkı sıkı sarılın, çünkü o hayat artık bizim gerçek doğamız. 

 

 

 

Yazarın Diğer Yazıları

Yetişkinlikte mutlu ve özgür olmanın yolu nedir?

Yolunda gitmeyen durumlara neden olan yaklaşımları bulup onları daha anlamlı, daha yaşanabilir biçimde yaşamımıza yerleştirdiğimizde var olana katkı sunmuş, üretken bir kimliğin içine girmiş oluyoruz. Buna ise yetişkinlik deniyor

En az üç çocuk ve ekonomik kriz

İktidara duyulan güven ve onun teşvikleri ile üç ve daha fazla çocuk doğurmuş aileler için krizin boyutları çok daha ağır hissediliyor

Düş görenleri uyandırma zamanı geldiyse açılsın perde

Belki de olması gereken bir hikâyenin parçalarını tamamlıyoruz hep beraber, bir şey ya da biri eksik kalsa bozulacak hikâye

"
"