Yaşamın içinde bir çok insan ve deneyim ile karşılaşıyor, bir araya geliyoruz.
Bazen hiç ilgimiz yokken yoldan geçen bir insan üzerinden bile bir çok yargıya, sonuca varıyoruz.
Bir insanın yürüyüşünden anlam çıkarma, üzerindeki giysiden karakter analizi yapma oldukça iddialı bir iş.
O gün saçını topuz yapmış bir kadının sürekli olarak o imajla yaşadığını düşünmek, böyle bakınca oldukça komik duruyor. Bunu hangimiz yapmıyoruz ki?
Hangimiz insanların konuşma tarzından, giyiminden, saç renginden, modelinden, makyajından, ayakkabısından sonuçlar çıkarıp ilişkimizi belirlemiyoruz?
Bazılarımız çok uç noktalara gidip göz renginden bile etkisellik belirleyebiliyoruz: “Mavi gözün nazarı değer.” Daha kritik olanları var: “Siyah kedi uğursuzdur.”
Hayvanlara yüklediğimiz, totemleştirdiğimiz anlamlar bile var.
Hatta şehirlere, bölgelere yüklediğimiz anlamlar var.
Bunların gerçek olduğunu nereden biliyoruz? Bunlar gerçek mi?
Yoksa biz bu anlamları yüklediğimiz için onların etkisine mi giriyoruz?
Ne saçmalıyorum böyle, “Bunu neden yapalım" değil mi? Bir duruma, bir konuya olumsuz bir anlam yükleyip bunun etkisini niye hayatımıza taşıyalım?
Ne saçma!
Aslında değil.
Kim yalancı çıkmaktan, haksız olmaktan, bilmemekten ve yanılmaktan hoşlanır ki? Kim bunlarla karşılaşmak, söylediklerinin, düşüncelerinin yanlış olduğunu görmek, yüzleşmek ister ki?
Rekabetin bu kadar hırs içinde deneyimlendiği günlerde, yüzyılda ya da rekabetin temel yakıt olarak göründüğü bu günlerde kim bir diğerinin karşısında haksızlığını görmek ister?
Hatta, kim kendi yanılgıları ile kendi içinde yüzleşmek ister?
Evet, aynen o saçma bulduğunuz şeyi yazıyorum, şu anda:
Kendimizi haklı çıkarmak ve güçlü olduğumuzu görmek için yaşamımızı tökezletecek, bölecek, parçalayacak ve bizi ayrıştıracak durumlar, enerjiler icat ediyoruz, sonra da bunları evrene yayıyoruz.
Hep ilerlemek için güçlü olmamız gerektiğine inanıyoruz. Güce gerçekten ihtiyacımız var mı? Yoksa güçlü olmadan da ilerleyebileceğimizi bilmeye mi ihtiyaç duyuyoruz?
Güçlü olmamız gerektiğine inandığımız için neleri deneyimlemeyi seçiyoruz?
Kötü arkadaşlar, inciten eşler, sorumsuz anne-babalar, kötü hava koşulları bunlardan bir kaçı belki.
“Hastalıkları yenmek”, “arabayı sollamak”, “metroya en önce binip, oturmak”, “gol atmak”, “demokratik çoğunluğa sahip olmak” hepsi ama hepsi bir diğerini geçmek üzere kurulu düşünce tarzları.
Biraz düşünün, günlük hayatımıza oturttuğumuz, alışkanlık haline getirdiğimiz rakip icat eden hangi denklemlerimiz var?
Yaşamı bu şekilde algılayıp, kurarken ve durmadan yeniden yaratırken bu haliyle hangi gerçeğin üzerini örtüyoruz?
Tanrılar savaşı yaratmadan yaşamak için neler mümkün?
Ve tüm bunları tersine çevirsek, bunları hiç var etmesek hangi gerçekle yüzleşeceğiz?
Zaferlerin, başarıların, kazanımların anlamı mı kaybolacak? Belki de hep bu değerlere tutunarak yaşadığımız için insanlığın büyük kısmı ağır bir depresyona girerdi, kim bilir? Varlığınıza anlam atfettiğiniz, sizi değerli yaptığınızı düşündüğünüz değeri yitirdiğinizde ne kalır ki elinizde?
Belki de tüm bunlarla enerjinin sert dönüşleriyle yüzleşmeden önce hayatımızın bunlar olmadan da anlamını keşfetmeliyiz. Belki varlığımızı taçlandıracak şey bir diğerini geçmek değil de, birlikte ve hiçlikte hep beraber değerli olduğumuzu görmektir. Belki ihtiyacımız olan tek şey zaten, ezelden beri güçlü olduğumuzu hatırlamak ve bunu ispatlama ihtiyacımız olmadığını bilmektir.
Belki iyinin ve kötünün ötesinde, çatışmaların, rekabetin ötesinde güzel bir dünya olduğunu idrak etmemizdir.
Sahi gerçek dünya neydi? Kurguladıklarımızın, alıştığımızın hallerin ötesinde gerçek dünya nasıl bir şeydi? Neden gelmiştik buraya?
Bir diğerinin varlığı, konumu, yeri, parası üzerinden kendimizi tanımlamadan, değer vermeden önce bu dünya nasıl bir yerdi?
Doğanın kucağındayken, dünya bizim evimizken, sokaklar, arsalar, hayvanlar bizim için tehlikeli değilken bu dünya nasıl bir yerdi? Nasıl yaşıyorduk? İnsanlar nasıldı o zaman?
Eskiye özlem değil de, doğala, güvene, rahatlığa, bir diğerine saygı duyarak özgürlüğe yeniden kavuşmamız için neler mümkün?
Yetmedi mi rekabet, hırs, öfke ve nefret söylemeleri ile yarattıklarımızı görmek? Gücümüzü öfkeden alıp, öfkeyi beslemek yetmedi mi?
Yolunda gitmeyen durumlara neden olan yaklaşımları bulup onları daha anlamlı, daha yaşanabilir biçimde yaşamımıza yerleştirdiğimizde var olana katkı sunmuş, üretken bir kimliğin içine girmiş oluyoruz. Buna ise yetişkinlik deniyor