Başka birinin gelip sizin hayatınız hakkında, çok bilen biri olarak yorumlarda bulunması size ne kadar yardımcı olur?
Hepimiz çocuktuk, çoğumuzun çocukları var. İster kendi ailelerimizden duymuş olalım, ister kendimiz çocuklarımıza yapıyor olalım. Bilmemiz gereken tek bir şey var:
Bizler asla ve asla bir insanın değerlendirme mekanizması, otoritesi, bilici kişisi olamayız.
Çocuk ve ebeveyn ilişkisinde kabul edilmesi gereken diğer önemli nokta:
Asla ve asla çocuğa sunulacak bir yaşam reçetemiz olmadığı.
Çocuklar bizim birer parçamız olabilir, fiziksel olarak bizden türemiş olabilirler. Fakat, onların yüreklerine yerleşmiş, tahayyül ettikleri yaşam biçiminin, arzuladıkları hayatın ne olduğu konusunda asla kesin bir bilgi, bakış açısına sahip olamayız. Her çocuk, mütemadiyen kendi potansiyeli ile doğar ve yaşar.
Toplum olarak iliklerimize işlemiş, belki de doğal sürecimizi bozmuş bir şekilde yaşıyoruz. Hepimiz, sürekli olarak ilerlemek üzere eğitildik.
“Muasır medeniyet seviyesine ulaşmak” için kaç ömür tüketildi bu topraklarda?
Oysa, kendimizi batı medeniyetleri ile kıyaslamasaydık, gerçekten geride olduğumuza inanır mıydık?
Kendi kültürel değerlerimizi eksik, yetersiz, çağdışı bulmasaydık, kendi kültürümüzün bu kadar iğdiş edilmesine, deformasyonuna izin verir miydik?
Dışlayarak, öteleyerek, red ederek değişmeyi ne zaman, hangi koşullarda benimsedik de, böylesine yabancılaştık doğamıza?
Sosyal bilimler buna oryantalist bakış açısı diyor, spiritüellikte ikilik dünyası deniyor.
Esas olan şu ki, biz kendimizi tanımlarken sürekli olarak bir diğerinin özelliklerine bakarak yapıyoruz bu işi, zihnimiz kırmızıyı, siyah olmadan isimlendiremiyor. İyiliği anlamak için kötülük karşıtlığını görmemiz gerekiyor.
Acı olan şu ki, biz ne zaman neyi, kimi anlamaya çalışsak bir kıyas içine düşüyoruz.
Hep proje çocuklar peşinde, hep ilerlemesi, gelişmesi gereken çocuklarımız olduğunu düşünüyoruz. Gerçek bu değilse?
Nice olur halimiz!
Yoksulluk korkusu, çağdaş olamama korkusu öylesine işlemiş ki iliklerimize, bizim çocukluğumuzda, çocuklarımızın çocukluğu da hep aç kalacak, adam olamayacak, geride kalacak korkusunun bezendiği motiflerle dolu. Viral bir hastalık gibi kuşaktan kuşağa aktarıyoruz. Ne dram!
Savaşçılık tarafımızda epey yüksek tabii, çocukları hayatla mücadele etmeye hazırlıyoruz sürekli olarak. Diplomalar, sertifikalar, en iyi okullar, birikimler…
Çocuk, çocuktur arkadaş. Aslında insan, insandır. Kah çalışır, kah yatar. Bir kedi gibi bir köşeye kıvrılmak, aylaklık etmek bazen, bir kuş gibi cıvıldayarak uçma bazen, bazen karınca gibi erzak toplamaktır hayat.
Bir insan yavrusunun öğrenmesi gereken yegane şey ihtiyaçları doğrultusunda ihtiyaçlarını karşılama yetisi sadece.
Biz bunun dışında her şeyi yapıyoruz, maaşallah!
Özel okullara servislere ile gidip gelen çocuklarımız, yetişkinlikte bir adres bulma yetisine sahip olamıyorlar.
Sınavlara hazırlanırken yedikleri önde yemedikleri arkalarında olan çocuklarımız, yetişkinlikte acıkınca kendi yemeğini düşünme, yapma becerisine sahip olamıyor. Kaç ergen bir yemeğin ana malzemeleri ve temel pişirme teknikleri hakkında fikir sahibidir?
"Vah bu çocuklar tablete dadandı!” nidaları ile ortalıkta gezen ebeveyn sayısını görmezden gelemeyiz, değil mi?
Çocukları tabletlerin zararlı etkilerinden korumak için yapılan bilgilendirme haberleri türüyor arkadan, her ebeveyn çocuğunun tabletlere sıkışıp kalmasından şikayetçi.
Oysa, çocukların yaşamla temel bağlarını kesip hayatlarının akışını bozarak ilerletmeye çalışınca, onlara yapacak bir şey kalmıyor. Sonuna kadar haklılar.
Günde yirmi saatte ekran başında olsalar, bence haklılar. Yarattığımız dünyanın gerçekliği, sadece kaçıp, sanal gerçeklere sığınmaya müsait!
Geçen gün, kızımın dokuz yaşındaki arkadaşıyla sohbet ediyorum. Çocuk inanılmaz başarılı, hem devlet konservatuarında hem özel okulda, bu ikisi yetmiyormuş gibi, eve gelen özel öğretmenler, haftasonu gidilen devletin özel eğitim kurumu var.
Tahmininiz üzere, çok olgun, çok aklı başında bir çocuk. Çocuk demeye dilim varmıyor, daha çok küçük yetişkin gibi…
“İleride hangi mesleği seçmeyi düşünüyorsun?” diye sordum.
“Müzikle tedavi eden bir terapist olmayı planlıyorum.” dedi.
Dokuz yaşındaki bir çocuğun hayal gücü buna mı yatkındır? Bunu mu üretir?
“Edirne’de Osmanlı döneminden kalan bir sağlık müzesi var, orada da müzikle terapi uygulanıyormuş, gidip ziyaret etmek istersin belki” dedim.
Demez olaydım, çocuğun bütün yenilikçi, idealist hayallerini yıktım galiba, yüzünde öyle bir şaşkınlık vardı ki, onun tüm çocukluğunu feda ettiği ilerleme prensibi yüzyıllar önce uygulanmıştı!
Bizim kız da ortalıkta aylak aylak gezerken, aldı bir panik:
“Ben ne olacağıma bir türlü karar veremiyor, her seferinde fikir değiştiriyorum, ben ne olacağım?” diye sormaya başladı.
Lütfen, hatırlayalım ve hiç unutmayalım. Çocuklarımız kalkınma planlarının bir parçası değildir. Çocuklarımız proje değildir.
Bizler de benzer şekillerde büyütüldük. Kendimiz için de hatırlayalım.
Biz yaşamak için doğduk, yaşamlarımızı ıskalamayalım.
Dünya sadece kendi etrafında dönüyor, ilerlemiyor, Gece-gündüz sadece birbirini takip ediyor, ilerlemiyor. Mevsimler birbirini izliyor, ilerlemiyor.
Saatler, günler, aylar, yıllar insanların oluşturduğu sistemler, doğaya ait değil.
Bırakalım mı ilerleme hayallerini?