Her şeyin belirli bir düzeni olduğu bir ülkede bir çocuk doğmuş. Bu çocuk nedense her şeyi düzenli ve düzgün yapanlardan daha farklıymış. Onun sevmek gibi, garip ve tuhaf bulunan bir özelliği varmış.
Tatlı dilli, güleç yüzlü, güldü mü parıldayan gözleri varmış.
İnsanlarla yakın olmayı, sarılmayı, dokunmayı, öpmeyi öpülmeyi çok severmiş.
Sevdiklerine sokulur, onlara sevginin tılsımını bulaştırırmış. Tılsımın parıltısı kayan bir yıldız gibi sararmış dokunduğu her insanı.
Epey de heyecanlı, istekli bir çocukmuş. Aklına ne gelirse denemeye kalkarmış.
Saçları gür, dalgalıymış. Birazcık heyecanlanırsa saçları kıvrım kıvrım olur kabarırmış.
Bu çocuğu görenler tanımak ister. Ondan akan sevgi selinde yıkanmak isterlermiş. İlk önce ona yakınlaşırlar, sıcaklığına samimiyetine sığınırlarmış. Gel zaman git zaman bu sıcaklık, samimiyet insanları düzenli olmaktan uzaklaştırmaya başlamış, kimi sarılsa o biraz gevşiyor ve düzene uymaktan uzaklaşmaya başlıyormuş. Ülkede yaşayanlar bundan rahatsız olmaya başlamış.
Evvel zamanki bu sevginin ve coşkunun temsilcisi çocuğa insanlar düşman olmaya başlamış.
Önce insanları görünce kabaran saçlarına kusur bulmuşlar. Her an her yerde kabaran bu saçlar tüm dikkati üzerine çekiyor, insanların bir anda olsa kuralları bozmasına, dikkatinin dağılmasına neden oluyormuş.
Bu nedenle, önce saçlarını kusurlu bulmuşlar. Çocuk insanları mutlu etmeyi sevdiği için saçlarını sıkı sıkı toplamış. Hiç kabarmıyormuş, böylece kimseyi rahatsız etmiyormuş.
Ardından onun kasveti dağıtan şen kahkahalarından rahatsız olmuşlar. Ortalık yerde atılan her kahkaha insanların aklına eğlenmeyi düşürüyormuş. Sessizce tebessüm etmeyi öğrenmiş çocuk.
Birkaç zaman daha geçince sarılmasından tiksinmeye başlamışlar. Her zaman her yerde sevgiye geçit yokmuş o topraklarda. Gizli saklı sevmeyi öğrenmiş çocuk.
Az az eskiyen zaman içinde bu sefer renkli, göz alıcı elbiselerinden rahatsızlık çıkmış ortaya, tek renk giyinmeyi öğrenmiş çocuk.
Nihayetinde görüntüsü de davranışları da kuralcı insanlara rahatsızlık vermemeye başlamış.
Ne yazık ki, öyle çok sevgisi varmış ki, mutluluğa öyle bir inancı varmış ki, ne giyse ne yapsa kalbindeki ışıltıyı gizleyemiyormuş. “Şu göğsündeki ışıltıyı gözümüzün içinden çek” demeye başlamışlar.
En sonunda bir büyücüden bunun yolunun derisini kalınlaştırmak olduğunu öğrenmiş. İnsanları rahatsız etmemek için her gün biraz daha kalınlaştırıyormuş derisini.
Bir gün derisi pul pul dökülmeye başlamış. Bu sefer insanlar geçmiş karşısına “çok çirkinsin göz zevkimizi bozuyorsun ortalıkta gezmeyi bırak” demişler.
Takati kalmayan prenses kendini bir odaya kapatmış. İçindeki sevgi de umut ışığı da yavaş yavaş sönmeye başlamış.
En sonunda bakımsızlıktan kanayan yaralar iltihaplanıp onu öldürmüş.
Dünyadaki karanlık biraz daha artmış ama hiç kimse farkına varmamış.
O artık insanların içinde dolaşan boşluk ve yoklukmuş.
* * *
İlişkiler.
Kendin olunmaya izin verilmeyen, sevilmek kabul edilmek için hep değişilmesi gereken ilişkiler.
Sınırsız talepler, sınırlı sevgiler dünyasında bir parça kabul bir parça sevilme hissi için vazgeçilmesi gereken o kadar çok özellik oluyor ki, en sonunda birey olmaktan öte de bir yerde tuhaf, kendi anlamını, değerini unutmuş kişilere dönüşüyor insanlar.
Bu kadar çok değişim talebine karşılık vermeye çalışınca da bir yerden sonra “ben kimim”, “neyim” soruları giriyor devreye. Arayış başlıyor.
Herkes içindeki çocuğu arıyor. Ve geçtiğimiz yıllar boyunca insanlara içindeki çocukla barışmak öğütlendi.
Kimse sormadı o çocuk neydi, kimdi, hangi değerlerle yaşardı. Değerlerden bahsedildiğinde bile onlar, dünyanın kısıtlı inançları ile doluydu.
Çoğu zaman, neredeyse her şeyi iş koşullarına bağlanmış dünya sisteminde neşeli olmak, sevmek, güldürmek, birlikte eğlenceli vakit geçirmek, gelecek kaygısına girmeden para harcamak, sadece eğlence olsun diye bir araya gelmek değerler arasına girmiyor. Girmediği gibi, bu tür insanlar en yenilikçi, en özgürlükçüler tarafından bile sistem bozucu, tembel, asalak olarak nitelendiriliyor.
Günümüzde değerlerden bahsettiğimizde başarıya, kazanca götüren hedefleri gerçekleştirmek için arka arkaya yapmamız gereken sorumluluklar geliyor. Bu sorumlulukları en iyi en güzel nasıl yapacağımıza odaklanıyoruz.
İnsanın en temel ihtiyacı sevilmek, sevmek iken, kabul görmek için öylesine kalıplara tıkılıp kalıyoruz ki, birini sevmeyi de sevilmeyi de gerçek anlamda deneyimleyemiyoruz.
Sevilmek için öyle sevgisiz koşullara maruz kalıyoruz ki, o kalp o istek hiç karşılığını bulmuyor.
Bir zaman sonra bize sunulan kalıpların davranış biçimlerinin içine öyle giriyoruz ki, sadece çocuklar mutlu ve umutlu olabilirmiş gibi bir yanılgıya kapılıyoruz. Ve o kaybettiğimiz merakı, yaşama isteğini içimizde bir çocuk bularak telafi edeceğimizi sanıyoruz.
Oysa aradığımız içimizdeki çocuk değil. Aradığımız bir parça tasasızlık, bir parça kaygısızlık…
Bir parça sevgi için verdiğiniz ödünleri bulun, salın, gitsin.
Bırakın umudun saçları dağınık kalsın.
Kendiniz olarak tekliği deneyimlemek sevilmek için ödün vermekten yeğdir.