27 Mayıs 2024

İsrail'i yargılayan Uluslararası Ceza Mahkemesi'nin kuruluşuna Türkiye neden ve nasıl taraf olmadı?

"Bakanlığa dönerken, arabada İsmail Cem’e askeri makamların konuyu tartışmaya dahi yanaşmadıklarını, bu durumda, konunun Başbakan Ecevit’e arz edilmesini ve nihai talimatın ondan alınmasını telkin ettim. İsmail Cem 'Sayın Başbakan askeri makamların uygun bulmadığı bir öneriyi desteklemez' dedi ve bu, ICC konusundaki son cümle oldu."

Uluslararası Ceza Mahkemesi (ICC) Savcısının 20 Mayıs 2024 tarihinde İsrail Başbakanı ve Savunma Bakanı ile üç Hamas lideri hakkında savaş suçları ve insanlığa karşı suçlar işledikleri iddiası ile tutuklama talebinde bulunması, Mart 2003’ten bu yana çalışmakta olan Mahkemeyi uluslararası olduğu kadar Türkiye gündeminde de öne çıkardı.

Bu vesile ile ben de ICC ile ilgili anı ve izlenimlerimi yeniden hatırladım.

2000 yılı yazında Pekin’den Ankara’ya dönerek, Dışişleri Bakanlığı'nda Çok Taraflı İşler Genel Müdürlüğünü üstlenmiştim.

ICC’nin kuruluş çalışmaları, Birleşmiş Milletler (BM) Güvenlik Konseyi’nin 1993 yılında eski Yugoslavya’nın dağılma sürecinde işlenen suçlar, 1994 yılında ise Ruanda soykırımı için kurduğu özel mahkemelere paralel olarak yürütülmüştü.

Bu bağlamda, BM Genel Kurulu'nun tavsiyesi ile oluşturulan bir hazırlık komitesi 1966-68 yıllarında New York’ta sekiz oturum düzenlemiş, Haziran 1998’de Roma’da 120 ülkenin olumlu oyu ile ICC’nin kurucu anlaşması imzalanmıştı. Olumsuz oy kullanan yedi ülke arasında ABD, Çin ve İsrail de bulunmaktaydı.

2000 yazında başladığım yeni görevim dolayısıyla ICC toplantılarına heyet başkanı olarak katılmaya başladığımda, Mahkeme’nin kuruluşu için gerekli olan 60 üye ülkenin Roma Statüsü'nü onaylamaları beklenirken, hazırlık toplantıları New York’ta, üç ayda bir ikişer haftalık oturumlar olarak sürmekteydi. Bu oturumlara birkaç bakanlıktan ve Genelkurmay Başkanlığı'ndan temsilcilerin yer aldığı büyükçe bir heyetle katılmaya başladık.

Ankara’da düzenlediğim ilk hazırlık toplantısında, hem sivil ve hem de askeri bürokraside, ICC ve onun soykırım, savaş suçları, insanlığa karşı suçlar ve, tanımlanmasından sonra, saldırı suçu işleyen devletlerin bu eylemlerinden sorumlu kişileri yargılama hakkının tanınması üzerinde çekinceler bulunduğu, bazılarının ise yaklaşımlarının olumsuz olduğu anlaşıldı. En katı muhalefet Genelkurmay’dan gelmekte ve özellikle tanımı yapıldıktan sonra ICC’nin görev alanına girecek saldırı suçunun, taraf olmamız halinde, sıkıntılara yol açacağı dile getirilerek, Kuzey Irak’a zaman zaman yaptığımız askeri müdahaleler örnek gösterilmekteydi.

Konu üzerinde yaptığım çalışmada, ICC’nin devletlerin eylemlerinden kişileri sorumlu tutup yargılama gibi, uluslararası hukuk alanında yeni bir dönem açacağını, projenin en güçlü destekçisinin Avrupa Birliği (AB) ve genel olarak Avrupa ülkeleri olduğunu göz önünde tutarak, AB’ye aday Türkiye’nin bu projeyi destekleme perspektifiyle ayrıntılı değerlendirmemiz gerektiği sonucuna vardım. Genel Müdürlükte görevli AİHM uzmanı hukukçularımızla yaptığımız çalışmada, saldırı suçunun tanımlanmasının uzun ve güç bir süreç olacağını, bu konuda BM yasasının bizim kaygılarımızı karşılar nitelikte olduğunu, 60 üye ülkenin onayı ile ICC fiilen çalışmaya başladıktan sonra, statüsünde değişiklikler sadece taraf ülkelerce yapılabileceğini, taraf olmayı düşünürken, bu hususu da göz önünde almak gerektiğini belirledik.

New York’ta düzenlenen ilk katıldığım oturumda, Türkiye olarak, üyesi olduğumuz Batı grubunda oldukça yalnız olduğumuzu gördük. ABD dışındaki grup üyeleri, eski Yugoslavya’da silahlı kuvvetler tarafından işlenen ağır insan hakları ihlallerine sıkça atıf yaparak, ICC’nin bir an önce yürürlüğe girmesi için ortak hareket ediyorlardı. AB üyesi ülkeler Türkiye’nin Roma Statüsü'nü imzalaması ve AB üyeleri ile birlikte taraf olması yönünde çağrılar yapıyorlardı. AB bu yönde çağrıya ilerki yıllarda Türkiye ilerleme raporlarında da yer verecekti. Roma Statüsü'nü imzalamamış olan ABD’nin heyet başkanı ile yaptığım özel görüşmede, hangi yönetim işbaşına gelirse gelsin, ABD’nin taraf olması olasılığının maalesef pek zayıf olduğunu, zira küresel bir güç olan ABD’nin ve müttefiklerinin küresel çıkarları bulunduğunu ve bu çıkarları korumak görevinin öncelikle ABD’ye düştüğünü dinlemiştim.

Bir yandan ülke olarak siyasal düzeyde belirlenmiş tutumumuz olmaması ve ilgili kamu kuruluşlarımızın çekinceleri, öte yandan, New York’taki oturumlarda Batı grubu içindeki yalnızlığımız, müzakereleri izlemekle yetinen, pasif bir delegasyon olmamıza yol açmaktaydı. New York’taki oturumdan Ankara’ya dönüşte, bu durumu nasıl değiştirebileceğimiz üzerinde bir haydi düşündüm. Çözümü, iki dünya savaşı arasında Milletler Cemiyeti’ndeki bir girişimde buldum. 1937 yılında, uluslararası terörist eylemleri yargılayacak sürekli bir mahkeme kurulması için Milletler Cemiyeti’nde bir sözleşme yapılmış, 13 üye ülke tarafından imzalanmış, ama hiç biri onaylamadığı için kadük olmuştu. Ülkemizde de ciddi bir sorun olan terörizmi ICC’nin görev alanındaki suçlara dahil edilmesini önermek, bizi pasif konumdan çıkaracak ve Ankara’da da bürokratik düzeyde genel kabul görecekti. Bakanlıkta müsteşarımızın onayını aldıktan sonra, New York toplantısına yeniden gitmeden önce düzenlediğim hazırlık toplantısında, bu konuda ilgili tüm kamu kuruluş temsilcilerinin onayını kolaylıkla aldım.

New York’ta öneriyi önce Batı grubunda açıkladım. Milletler Cemiyeti’ndeki tecrübeyi hatırlatıp, günümüzde uluslararası terörizmin ciddi insan hakkı ihlali ve güvenlik sorunu olduğunu anlattım. Tek bir ülke bile destek vermedi. Birkaç delegasyon, önerimizi inceleyeceklerini söylemekle yetindi.
Sonraki günlerde özel konuşmalarımda, bir çok Batı grubu üyesi, terörizmin ortak bir tanımının olmadığı, nitekim, kiminin terörist dediğini, diğerinin ulusal kurtuluş savaşçısı olarak nitelediğini öne sürerek, tanımı üzerinde mutabakat olmayan eylemlerin ICC görev alanına dahil edilmesini desteklemedikleri belirtti. Batı grubundan destek görmeyince, terör sorunu yaşayan ülkelerin delegasyonları ile temasa geçtim. Hindistan, Endonezya ve Cezayir heyetleri çok olumlu tepki verdiler; öneriyi birlikte sunmamızı kararlaştırdık.

Böylece uluslararası terörizm New York oturumlarında tartışılır oldu. Her oturumda bu dört ülkeden birinin girişimi ile öneri gündeme getiriliyordu. Latin Amerika, Asya ve Afrika’dan da bir hayli destek buldu. Ancak Batı ülkelerini ikna etmek mümkün olmadı. Uzun tartışmalardan sonra, uzlaşı olarak, terörizmin ICC statüsünde yer alması konusunun 2010 yılında yapılacak ilk gözden geçirme konferansında ele alınmasını öngören bir karar tasarısı kabul edildi. (2010 yılındaki gözden geçirme konferansında terörizm ICC görev alanındaki suçlara eklenmedi. Türkiye’nin yanı sıra, Hindistan ve Endonezya’nın taraf ülkeler arasında olmaması, bu sonuca yol açan önemli bir etkendir sanırım. Oysa terörizmin Batı ülkelerinde de sorun olarak ortaya çıktığı 2010 yılında, Roma Statüsü'nden insanlığa karşı suçlar tanımına dahil edilebileceğini düşünüyordum.)

60 ülkenin Roma statüsünü onaylaması üzerine, 1 Temmuz 2002 tarihinde
ICC resmen kurulmuş oldu. O tarihten itibaren, New York’ta tüm BM üyelerinin katıldığı oturumlar sonlandı; Roma Sözleşmesi sadece taraf ülkeler arasında tartışılmaya başlandı.

Bu tarih yaklaşırken, müsteşarımızın onayı ile Dışişleri Bakanı İsmail Cem’den randevu alıp, Genelkurmay Başkanı ile konuyu görüşmesini telkin ettim. Öne sürülen çekinceleri yanıtlayan bir konuşma notu da verdim. Tüm Avrupa’da Rusya, Belarus ve Türkiye dışında tüm ülkelerin Roma Statüsü'ne taraf olduklarını, bundan kaçınmanın ülkemiz hakkında yanlış izlenimlere yol açabileceğini anlattım. Bakan, bir hayli tereddütten sonra, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kıvrıkoğlu ile görüşmeyi kabul etti. Mayıs 2002 ortalarında, Bakan ile birlikte Genelkurmay’a gittik. Görüşmede, İsmail Cem, bakanlıktaki arkadaşlarının ICC konusunda bir çalışma yaptıklarını, o çalışmayı benim Genelkurmay Başkanı'na sunmam için ziyarete geldiğini söyleyip, sözü bana bıraktı. Bakanın konudan kendini soyutlamasına şaşırmış halde, Bakan için hazırlamış olduğum notu özetle anlattım. Orgeneral Kıvrıkoğlu cevaben konuyu karargahta değerlendirdiklerini ve ICC’ye taraf olmamızı sakıncalı gördüklerini söylemekle yetindi. Böylece toplantıdan çıktık. Bakanlığa dönerken, arabada İsmail Cem’e askeri makamların konuyu tartışmaya dahi yanaşmadıklarını, bu durumda, konunun Başbakan Ecevit’e arz edilmesini ve nihai talimatın ondan alınmasını telkin ettim. İsmail Cem “Sayın Başbakan askeri makamların uygun bulmadığı bir öneriyi desteklemez” dedi ve bu, ICC konusundaki son cümle oldu.

18 yargıcının seçilmesinden sonra, ICC’nin açılış oturumu 11 Mart 2003 tarihinde, Mahkemeye ev sahipliği yapan Lahey’de düzenlendi. Taraf ülkelerin üst düzeyde- Dışişleri ve Adalet Bakanları, bazılarının Hükümet Başkanları- tarafından temsil edildiği görkemli toplantıda, Avrupa ülkelerinden katılan en düşük düzeyli temsilci bendim.

Daryal Batıbay kimdir?

Emekli büyükelçi. 1946 Bursa doğumlu. Robert Kolej, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi, Princeton University Woodrow Wilson School of Public and International Affairs (Masters) mezunu. 1969-2011 Dışişleri Bakanlığı meslek memuru (Birleşmiş Milletler New York, ve NATO Daimi Temsilcilikleri, Moskova ve Washington büyükelçiliklerindeki görevlerinin yanı sıra Zagreb, Pekin Büyükelçisi ve Avrupa Konseyi Daimi Temsilcisi (Büyükelçi), Ankara'da Bakan Özel Danışmanı, Başbakan Başdanışmanı, Daire Başkanı, Çok Taraflı İşler Genel Müdürü olarak görev yaptı. 1991-94 ve 2000-2004 yıllarında Ankara ODTÜ'de ders verdi. Sümbül Batıbay ile evli.

Yazarın Diğer Yazıları

Emekli büyükelçi Daryal Batıbay: Kissinger ile Kıbrıs ve Ege sorunları, anıları

‘70li yıllara damgasını vuran ABD’nin Çin açılımı, Sovyetler Birliği ile detant, Kissinger’in dış politikasının önde gelen başarılarıdır