Aslında pazar günü için planım başkaydı. Pazar brunch'ımızdan (evet, ne var, brunch işte, hapishane işi!) sonra oturup Anaïs Nin'in Henry ve June'unu bitirecek, Vivet Kanetti'nin Yonca, Lana, Feride'sine başlayacaktım. (Şaşırtıcı ama ikisi de cezaevi kütüphanesinden). Ama sabah öyle bir şey oldu ki (inanamazsınız ama burada da, az da olsa bir şeyler oluyor) kitaba oturamadım, yazıya oturdum.
Şimdi malumunuz (değilse de olsun), hapishanelerde çiçek, yaprak, toprak vs. hiçbir şey yok. Yeşil yok, yeşil renk olarak bile yok, yasak. Yani yeşil (ya da mavi) kazak ya da tişört bile yok, yaprak mı olsun? Yeşil ve mavi jandarma ve infaz kurumu memurlarının üniforma renkleri olduğu için yasak. Neyse, konu renkler değil, bizzat çiçek, yaprak, toprak falan.
Efendim ben çiçek konusunda aşırı yeteneksizim, evde çiçek yaşatmayı asla beceremem. Zaten Flu Hanım da çiçekten hoşlanmadığı (ya da fazla hoşlandığı ve yemeğe çalıştığı için) bahanemiz de hazır, evimizde yeşil pek yoktur. Tamam, evde yok ama parkta var, bahçede var. Gezi Parkı mesela, bak nasılsa aklıma geldi birden, yemyeşil ağaçlar, çiçekler, kuş, börtü, böcek. Git otur, oh mis! Hani yani gündelik hayatta şehirde az da olsa, zor da olsa, yeşilimiz, ağacımız, çiçeğimiz var, neyse ki, ne güzel ki! Hah, işte burada yok. Haftada iki gün kullanma iznimiz olan bilgisayar odasının camından ağaçlar görünüyor, o kadar, o güzel. Ama koğuşta yok, avluda yok, yok da yok. İnsan bazı şeyleri, haliyle, olmayınca arıyor. İlk zamanlar Mücellâ ile paylaştığımız dokuz metrekarelik hücremizde çay bardağı içinde yok kuş yemiyle, yok çayla yeşillikleri çimlendirmeye çalışmak gibi fantastik işlere kalkıştığımız oldu. Sonuç, hüsran. Sonra koğuşa geçince yerimiz de geniş malum, bu sefer havuçları soğanları mı denemedik, naneleri mi… Sonuç: yine hüsran. Hiçbiri olmadı ne yazık ki. Ben zaten dediğim gibi hiç anlamam da, Mine'yle Mücellâ duruma hakim ama işte, şartlar…
Hüsran da hüsran…
Koğuştaki ilk günlerimizde, koğuştan avluya açılan kapının ardında, pencerenin hemen altında, betonu delip çıkmış, bir tane yaprakla karşılaştık. Çok basit, çok sıradan geldiğine eminim, inanın bana, hiç öyle değil. O tazecik yaprağı, o incecik dalı her gün, her sabah ve akşam takip etti Mine'yle Mücellâ. İsim koydular, Gezi dediler. Gün gün boyunu ölçtüler, sabahları günaydın dediler, güneşin yönünü gözleyip kavrulmasın diye çamaşır ipine bir şeyler asıp, gölgelik yarattılar, kuru günlerde suladılar ve aylarca yaşattılar o incecik dalı.
Minik beyaz çiçeklerini de gördük o tek dalın, kışın yapraklarına veda edişini de. Vallahi avlumuzun kıymetlisiydi Gezi.
Yaz sonu gibi olmalı, karpuzun herhalde son günleriydi. Bir küçük yosunlaşma, yeşerme gördüğümüz duvar kenarındaki küçük aralıktan içeriye birkaç tane karpuz çekirdeği tıkıştırdık. Herhangi bir şey "yetiştirmekle" ilişkisi, ilkokulda pamuğa fasulye koyup beklemekten ibaret olan ben, çekirdeklerimizin büyüyüp Diyarbakır, hadi olmadı İran karpuzu olacağına, karpuzun duvarları çatlatacağına dair sarsılmaz bir inanç beslemeye başladım. Çekirdekler büyüyecek, karpuz olacaktı, evet.
Bir sabah beklentinin çok da boş olmayabileceğine dair küçük bir emare belirdi. Yosunlu duvarda, bir küçük dal, bir küçük yaprak…
Kapı arkası çiçeğimize yaptığımız gibi, her gün takibe başladık. Boyunu, posunu, yaprağını… Benim inadım inat "karpuz olacak" diyorum, kıyamıyorlar bana, "tabii tabii" diyorlar. Gün geçtikçe büyüyor karpuzum ama yeri sakat. Tam ama tam avlunun dışarıya açılan kapısının ortasında. Boyu da epeyce uzadı, bayağı bir çeşit sırık. Kırılacak diye korkuyoruz, o kapı günde iki kere açılıyor çünkü, birinin karpuzumu fark etmeyip üstüne basması an meselesi ki, aynen öyle oldu. Bir sabah, birkaç hafta önce, Mine fark etti, karpuzcuğumun üstüne basılmış, kırılmış dalları. Resmen cerrahi müdahale yaptı Mine karpuza, kulak çubuklarından ateller yarattı, kurtardı karpuzumu. Üç günde kendine geldi benimki. Bu arada, Mücellâ'nın yaptığı Marteniçkam açılmıştı, eh ağaç yok, Marteniçkayı karpuzun dibine iliştirdim, ağaç yoksa dal var, dilek dilektir, ne olacak…
Gidiyoruz, geliyoruz, karpuzu takipteyiz. Yeşilliği güzel, çiçek de açtı, oh mis! (Beklentilerinizi düşük tutun rica edeceğim, tek daldan söz ediyoruz!)
Bu sabaha kadar… Ben karpuz mevsimini takip edip bizim karpuzun takribi ne zaman çıkacağını hesaplarken, pazar sabahı kötü haber Mine'den geldi. Karpuz yok, çiçek yok, bizim tek dal yok, kökten koparılmış, gitmiş. Bir küsur aydır karpuzun dibine bağlı duran benim Marteniçkam kenara konmuş.
Sabahtan beri o tek bir dalın kimi, neden kökünden koparmaya varacak kadar rahatsız ettiğini, mutsuz ettiğini, huzursuz ettiğini düşünüyorum. "Bir görev" olduğunu addederek kopardıysa da dert, kendi kendine karar verip kopardıysa da.
Her halükârda dert, bana dert. Karpuzumun bunca huzursuz etmesi çok üzücü. Belki de ben haklıydım, betonları, duvarları kıracaktı, belki dışarıya yol açacaktı, kim bilir…
İşte hapishane böyle bir yer, benim gibi can sıkacak kadar romantizmden uzak birini bile, bir dala, bir minik yaprağa mâna yükleyecek hale getiriyor. Az önce, karpuzumun koparıldığı deliğe taze nane tıkıştırdım, bakalım, nasip, kısmet…