24 Temmuz 2014
Recep Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı adaylık kampanyasının logosunun açıklanmasıyla, logonun, ABD Başkanı Barack Obama’nın 2008 seçim logosuyla benzerliğinin sosyal medyada konuşulmaya başlanması arasında bir kaç dakika geçti. Bir çok muhalifi, logoların bu benzerliğini Erdoğan’ın kampanya ekibinin bir başarısızlığı olarak görme kolaylığına kapıldı ve eğlendi. Fakat ben Erdoğan’ın ekibinin bu benzerliğin dikkat çekeceğini beklediklerini ve hatta hedeflediklerini düşünüyorum. Erdoğan, ‘’Türkiye’nin Obama’sı’’ mesajı verilmek isteniyordu.
Aslında Obama’nın bir peri masalını andıran 2008 seçim başarısından beri dünyanın dört bir tarafındaki hemen her seçimde, en azından bir aday kendisinin o ülkenin Obama’sı olduğunu iddia ediyor. Son olarak, en kalabalık İslam ülkesi olan Endonezya’da bu ay yapılan devlet başkanlığı seçimini kazanan Jokowi Widodo, ‘Endonezya’nın Obaması’ olduğu alt mesajına dayanan bir seçim kampanyası yürüttü.
‘Değişimin’ adayı Jokowi, 2012 yılında politikaya girmişti ve yakın zamana kadar ülke genelinde tanınmıyordu. Obama da, Amerikan ulusal politikasına 2004 yılında girmiş ve adaylığını açıkladığı 2007’e kadar ülkenin büyük bölümünün tanımadığı bir isimdi. Başka benzerlikler de buldu Jokowi.
Aslında dünyada kendini Obama’ya benzeten bir çok adayın da asıl mesajı Jokowi’ninkiyle aynı: ‘’Ben ‘underdog’ adayım’’. Batı siyasi literatüründe, kudretli aday karşısında pek şans tanınmayan adaylar için kullanılır ‘underdog’ tabiri. Obama, Hillary Clinton karşısında yarışa başladığında hiç şüphesiz ‘underdog’ adaydı. Kimse, ABD’nin en azından bizim yaşam süremizde bir siyahı başkan seçeceğine inanmıyordu. Hele ulusal politikada pek tanınmayan 44 yaşındaki bir siyahın başkan seçileceğine kimse inanmıyordu. Hele hele babası Amerikalı bile olmayan ve akrabaları Müslüman, tuhaf isimli bir siyahın ABD başkanı olacağına kimse inanmıyordu. 2007 yılında ABD’ye gelen bir Türk büyüğüne, ‘buralarda Obama adlı genç bir zenci aday ortaya çıktı’ dendiğinde, o Türk liderin de, ‘Amerika çoluk çocuk zenciye kalacak ülke mi?’ tepkisiyle Obama’yı küçümseyip hiç şans vermediğini, heyetindeki bir yetkilinin gazetecilerle ayak üstü özel sohbetinden duymuştum. O Türk büyüğü, 2 yıl sonra o ‘zenci çoluk çocuk’ karşısında ceketinin düğmesini ilikleyecek ve dahası sonraki politik mücadelesinde kendisini ona benzetecekti.
Demokrasi teorisi açısından oldukça uzun sayılabilecek bir süre olan 12 yıl ülkeyi yöneten Erdoğan’ın kendini ‘underdog aday’ veya ‘değişimin’ adayı olarak yansıtması ciddiye alınabilecek iddialar değil. Obama çağrışımıyla verilecek mesaj olarak geriye, AKP’nin cumhurbaşkanlığı seçim kampanyası stratejisini de dayandırdığı görülen ‘elitlere karşı halk’ kurgusu kalıyor. Ancak, AKP’lilerin bilerek veya bilmeyerek gözardı ettiği sorun şu ki, Obama’nın ne 2008 adaylık söyleminde ne de imajında ‘elitlere karşı halk’ diye bir iddiası hiç olmadı. Yani, AKP’nin bu anlamdaki Obaması sahte. Yok böyle biri. Biraz geriye gideyim…
Kişisel radarıma ilk olarak Demokrat Partinin 2004 Boston Kurultayı’ndaki konuşmasıyla giren Obama’nın 2008 başkanlık seçim kampanyasını, 2007’nin başından itibaren gün gün izledim. Hillary Clinton ile önseçim yarışında kritik eyaletlerdeki kampanya gezi ve mitinglerini yerinden takip ettim. Yani küresel ‘Obama efsanesi’nin doğuşuna ve büyümesine yakından tanık olma şansı buldum. Obama’nın kişisel karizması, entelektüel altyapısı, oldukça sıradışı kökeni, sempatik ve soğukkanlı kişiliği, ses tonu ve hitabeti, ekonomik, diplomatik, politik olarak iflasın eşiğine gelmiş bir ülkede ‘değişim’in adayı olarak ortaya çıkması, Washington’da henüz 3 yıldır bulunan bir isim olarak ‘outsider (başkentin dışarısından)’ olduğu iddiasıyla birleşince adeta bir kartopunun çığa dönüşmesi etkisi yarattı.
Obama hakkında en yanlış iddialardan biri Obama’nın ‘halktan biri’ olduğu iddiası. Bu yanılgıda siyahi olması önemli bir etken. Bir de elitliği ‘genetik’ bir statü gibi gören cehaleti de eklemek lazım... Oysa, Ocak ayında burada yayımlanan ‘Normal olmaktan uzaklaşmış politikacılar’ başlıklı blog yazımda daha detaylı aktarmaya çalıştığım üzere Obama, eğitim aldığı kurumlar, ekonomik gelir ve yaşam düzeyi ile Amerikan toplumunun en elit kesimine ait bir insan. 2008’de aday olduğunda da en azından 5 yıldır o elit kesimin üyesi olduğunu kendisi de kabul ediyordu. ‘Halktan biri’ olmaktan, yani, ‘’evinin mutfak alışverişini kendisi yapan, elektrik su telefon faturalarının hesap kitabını yapmak zorunda olan, işe gidiş geliş ulaşımı bir sorun olarak yaşayan ve sosyal çevresi de bu tür sorunları olan insanlardan oluşan biri olmaktan’’ yıllar önce çıkmıştı. Obama, zaten 2008 seçiminde de elit olmadığını savunmuyordu, sadece, kendisini rakibi Clinton’lardan daha yakın zamanda ‘halktan biri olmaktan’ çıktığını ve dolayısıyla halktan biri olmanın ne olduğunu hala hatırlayabilecek durumda olduğunu savunuyordu.. Hillary Clinton, 2008’de başkanlık adaylığı mücadelesine başladığında, ailece görüştükleri dostlarının sadece çok zengin ve kudretlilerden veya Hollywood yıldızlarından oluşmadığı günlerin üzerinden 25 yıldan fazla geçmişti. Obama’ya göre 25 yıl önce halk gibi yaşamaktan çıkmış birinin halk olmanın ne olduğunu hatırlaması olanaksızdı. Obama, 2012 seçiminde de, 4 yıllık senatörlükten, 4 yıllık başkanlıktan ve 3 milyon dolar civarında bir servete sahip olduktan sonra hala kendisini ‘elitlere karşı halktan biri’ gösterme gibi riyakar kurnazlıklara girmedi. Aile kökleri ve sosyal arka planı ne olursa olsun, artık elitlerden biri olduğu gerçeğini yalanlarla örtmeye çalışmadı.
Obama, 2007 yılında seçim kampanyasına başladığına en büyük sorunlarından biri ‘siyahların’ desteğini nasıl sağlayacağıydı. Çünkü, çoğu Clinton ailesine çok yakın olagelmiş siyahi politik önderler, Obama’yı kendilerinden görmüyordu. Her şeyden önce Obama bir melezdi. Babası Kenyalı bir siyah ama annesi de Avrupa kökenli Kansaslı bir beyazdı. Anne tarafının bir kökü Cherokee yerlilerine bir tarafı ise İrlanda’ya uzanıyordu. Endonezyalı üvey babasından olan çekik gözlü kız kardeşi de var, Kenyalı akrabaları da… Michelle Obama, ‘BM gibi bir aileye gelin gittiğimi düğünde akrabalarını toplu halde görünce anladım’ şakası yapıyordu.
Afrikan Amerikan kökenli film eleştirmeni David Ehrenstein 2007 Mart’ında Los Angeles Times’ta yayınlanan sert eleştirisinde, Obama’ya gösterilen ilginin sebebinin, politik kariyeri değil, beyazların onu kendilerini kurtaracak bir çizgiroman süper kahramanı gibi görmesi olduğunu yazacaktı. NY Daily News’den Stanley Crouch, Chicago Sun-Times’dan Laura Washington, The Nation dergisinden Gary Younge, Houston Chronicle’dan Clarence Page gibi bir çok siyahi köşe yazarı o günlerde art arda yazdıkları yazılarda Obama’nın siyahiliğinin sahiciliğini sorguladılar. The End of Blackness kitabının yazarı Debra Dickerson da, siyahları, Obama’nın politik yükselişinin, ‘devam eden ırkçılığın’ sona erdiği yanılgısına yol açabileceği uyarısında bulunacak ve şöyle yazacaktı: ‘’Bizim politik literatürümüzda Afrikan-Amerikan, ABD’ye köle olarak getirilmiş Batı Afrika kökenlileri ima eder. Obama’nın Afrikalı babası bu ülkeye köle olarak gelmediği ve köleliği yaşamayan bir Afrikalı kökten geldiği için Afrikan Amerikan sayılamaz.’’ Stanley Crouch ise, ‘’Obama benim gibi bir siyah değil’’ diye yazarak bu görüşe destek verecekti. Politik analist John McLaughlin ise daha ileri giderek Obama’yı, dışı siyah kakaolu içi beyaz kremalı ‘oreo’ biskivülerine benzetecekti. Elbette Obama’nın genetiğine, siyahi deri rengine değil, siyah politikacılarınkine benzemeyen düşünce yapısına, üslubuna, önceliklerine atıf yapıyorlardı. Ve tabii, ‘tek kimliği’ siyah olmak olmayan bir aday ezberlerini bozuyordu.
Obama 2007 Ağustos ayında Ulusal Siyahi Gazeteciler Derneği’nin toplantısında yaptığı konuşmada, ‘yeterince siyah olmadığı’ eleştirilerine tepki gösterecek ve ‘’siyahlar, beyazlar tarafından da kabul gören bir siyahsan sende bir sorun var gibi çok yanlış bir bakış açısından kendilerini bir türlü kurtaramıyor’’ eleştirisinde bulunacaktı. Tıpkı Deval Patrick veya Keith Ellison gibi yeni kuşak siyahi politikacılar gibi Obama da, 1960’larda ortaya çıkan sivil haklar hareketi kültüründe yetişen Jesse Jackson, Al Sharpton gibi siyahi politikacılardan üslup ve düşünce yapısı olarak çok farklıydı. ‘Siyahların’ sorunlarını ‘beyazların’ sorunlarından ayırmıyordu. Siyahların ‘bilindik’ diliyle konuşmuyordu. Kelime dağarcığı ve düşünce dünyası çok daha kuşatıcıydı. Martin Luther King’in 1968’de kollarında can verdiği asistanı Jesse Jackson, 2008 ortalarına kadar Obama’ya yönelik eleştirilerini sürdürecekti. 2008 Ağustos ayında Denver’da Demokrat Parti kurultayı sırasında röportaj yaptığımda bile, ‘ABD’nin ilk siyahi başkanı’nı henüz çok içine sindirmediği izlenimi edinmiştim. Seçim akşamı bulunduğum Harlem’in ortasına kurulan dev ekranda Chicago’da Obama’yı selamlayan yüzbinlerce kişi arasında ağladığını görünce artık onun da gerçeği kabullendiğini anladım.
Obama’yı ten renginden dolayı hala kabullenemeyen ‘beyaz’lar olduğu da doğru. Ancak oldukça küçük bir oran. Ve Obama da bu küçük ırkçı grubun kendisine kökenine yaptığı hakaretler üzerinden bir ‘mağduriyet destanı’ çıkarmaya hiç tenezzül etmedi.
Obama'nın kampanyası 20 ay boyunca iki ana temaya vurgu yaptı; "değişim" ve "umut". Kendisinde ‘ahirzaman’ misyonu gören Bush’un, Amerikan toplumunun yaşadığı 11 Eylül travmasını da fırsat bilerek oluşturduğu patriyotik korku atmosferi hakimdi ülkeye. Obama, Kennedy'nin ünlü sözü, "korkmamız gereken tek şey, korkunun kendisidir" sözünü defalarca kullandı. Bunun karşısında, Clinton da McCain de korkuya oynadı. "Tehlikeli bir dünyada yaşıyoruz" dediler. "Amerika bir çok tehditle yüzyüze" dediler. ‘’Dış mihraklar’’ dediler. "Sözkonusu vatan ise gerisi teferruat" dediler. "Ulusal güvenlik" dediler. "Önce vatan" dediler. Obama'nın köklerini hatırlatarak vatanseverliğini ve Amerikalılığını tartışma konusu yaptılar. Devletle yeni tanışmasını öne sürerek, tecrübesizliğini öne çıkardılar. Amerikan değerlerine düşman olanların adayı olduğunu söylediler. Dış güçlerin adayı olduğu bile iddia edildi. Ancak Obama zaman zaman şahsını da aşağılayan propagandaya aynen karşılık vermedi. Umudu ve değişimi konuşmaya devam etti. ‘Değişim’ isteği, ‘korku’yu yendi.
Demokrat politikacılar, uzun bir süre Tanrıya inançları hakkında kamuoyu önünde konuşmamayı savundular ve bunu uyguladılar. Bu da Cumhuriyetçilerin, Demokratları ‘din düşmanı’ gösteren kampanyalarının toplumun bir kesiminde etkili olmasını sağladı. Obama, Jimmy Carter’dan sonra ‘Tanrı’ hakkındaki düşünce ve inancını açıktan konuşabilen ilk Demokrat başkan adayı oldu. Ateist bir anne babanın çocuğuydu ama kendisi tanrıya inanıyordu. ‘Hasbelkader değil kendi tercihi ile Hristiyan biriyim’ diye tanımlıyordu kendisini. 20’li yaşlarından Harvard Hukuk’tan mezun olduktan sonra New York’ta iyi bir şirkette çalışmak yerine Chicago’nun yoksul güney yakasına yerleşmiş ve bir kilisenin sosyal yardım görevlisi olmuştu. 1987 yılında tanıştığı vaiz Jeremiah Write’ın Trinity kilisesine intisap edecek ve Jeremiah Write’ın Amerikan kamuoyunda tepkilere yol açan vaazlarının yayınladığı 2008’de istifa edinceye kadar bu kilise cemaatinin üyesi kalacaktı. Başkan olduğu 2009’dan beri ise Pazar günleri ailesiyle Camp David’teki Evergreen Chapel’in müdavimi. Ancak Obama ve ailesi, her kiliseye geldiklerinde kilise kapısında gazetecilere poz vermek ya da açıklama yapmak gibi ucuz istismarlardan özenle kaçındı kaçınıyor.
Seçim kampanyası sırasında bir defasında ABD’deki en büyük ve tamiri daha zor toplumsal gerilimin, siyahlarla beyazlar arasında değil, kilise müdavimleri ile kiliseye gitmeyenler arasında olduğunu söylemişti. Obama, kilise müdavimi Amerikalıları rakip gören Demokrat Parti içindeki eğilimlerin itirazına rağmen kilise müdavimi Amerikalıları da onore etti. Denver'da ilk defa bir Demokrat Parti kongresi dua ile başladı. Kongrenin dört gününde de her çalışma dua ile başladı dua ile sona erdi. Dahası her duayı, ayrı bir dinden bir din adamı yaptı. Dualarda seçilen kelimeler öylesine evrensel bir tonda seçilmişti ki, bırakın diğer dinlerin müntesiplerini, ateist Demokratlar bile, bu dualardaki temenilere ‘amen’lerle katıldı. Başkan adaylığının kesinleşmesinden sonra Evanjelik liderler başta olmak üzere, farklı dinlerden veya Hristiyan mezheplerinden birçok dini grubun liderini Chicago'ya davet etti ve ülke sorunları konusunda düşüncelerini tekliflerini dinledi. Kendi düşüncelerini açıkladı. Bu toplantılara, asla Demokrat bir adayla aynı fotoğrafa gireceği düşünülemeyecek birçok kilise lideri de katıldı. Obama, onların toplumsal yaşama olumlu katkılarının farkında olduğunu söyledi. Birçok Evanjelik lider, şaşkınlıklarını medyayla paylaşmaktan kaçınmadı.
Ancak Obama, kilise müdavimi ortalama seçmene ulaşma çabasında ‘laikliği’ açık şekilde savunmaktan, ‘kilise- devlet ayırımı’nın net şekilde altını çizmekten de geri durmadı. "Amerika her ne kadar bir zamanlar bir Hristiyan ülkesiydiyse de, artık aynı zamanda bir Yahudi ülkesi, bir Müslüman ülkesi, bir Budist ülkesi ve bir atesit ülkesidir de." görüşünü herkesin önünde savundu. Kültür çatışmasının fay hatlarından biri olan kürtajın bir kadın ile bir doktoru arasındaki çok mahrem çok kişisel bir konu olduğu içtihadını savunmaktan çekinmedi. ABD’de bir çok insanın cinsiyeti veya cinsel yönelimi nedeniyle eşitsizliğe maruz kaldığını dile getirerek kadınlara ve eşcinsellere sahip çıktı. Başkan olunca eşcinsellere yönelik bir çok ayrımcılığı ortadan kaldıran başkanlık kararnamelerini yaşama geçirdi.
Yani Obama’nın, ‘bizler onlar’ ayrımına inanan, bu ayırımı perçinleyerek yüzde 50’yi yanına çekmeye çalışan katı bir kültür savaşçısı olduğu da söylenemez. Her kesime ulaşıp onları dinleme politikasıyla sonuç aldı. Iowa'da, Missouri'de, Pennsylvania’da Evanjelik veya dindarların oylarıyla kazandı. Virginia’da Colorado’da beyaz muhafazakar Amerikalıların özellikle de onların gençlerinin oylarıyla kazandı. Ülke çapında kadınlar, eşcinseller, Müslümanlar, Yahudiler, Uzakdoğulular ve Hispaniklerin çoğunluğunun oylarını almayı da başardı.
Obama’nın bir anayasa hukuku profesörü olduğu pek bilinmez. Politikaya girmeden önce 12 yıl Chicago Üniversitesi’nde anayasa hukuku dersi verdi. Obama, önemli konuşmalarının bir kısmını teleprompter cihazı yardımıyla yaptığı için hitabeti bu cihazla özdeşleşti. Ancak Obama’nın teleprompter kullanımı entelektüel yetersizliğinden değil politik bir gafa imza atmama endişesinden kaynaklandı daha çok. Zira bir çok konuşmasının metni de kendisine ait. Dolayısıyla Obama’yı kendisine ait olmayan gösterişli cümleleri papağan gibi okuyan sığ bir politikacı görmek hata olur. Kitap okumayı da, entelektüel olmayı tek bir gün küçümsemedi. Doğaçlama konuşmalarının bir çoğunu da adeta ağzım açık dinlediğimi itiraf ederim. Müthiş entelektüel bilgi birikimine ve bunları berrak akıcı şekilde ifade edebilme yeteneğine sahip. Her gün her yerde 5 saat aynı sığ cümleleri tekrar eden klasik politikacılardan farklı. Obama’nın bir yerde bir konuda konuşma yapacağı söylendiğinde herkes önemli ve etkileyici şeyler duyacağını bilir. Ve şu hakkını da teslim edeyim. Doğaçlama konuşan Obama ile ‘teleprompter’da konuşan Obama arasında üslup ve terbiye açısından hiç bir fark yok. Her zaman sakin ve ‘cool’ kalmayı başaran kişiliği de etrafında uyandırdığı etki ve saygıyı güçlendirdi. Kendisiyle şaka yapmayı da kendisiyle şaka yapılmasını da kabullenecek bir özgüveni oldu. Komedyenlerin programlarına katılma cesaretini gösteren görevdeki ilk başkan oldu. Yüzüne bakarak rahatlıkla eleştirebileceğiniz bir lider Obama.
Barack Obama’nın, ‘başkan adayı Obama’nın parıltısını ve değişim söyleminin ne kadarını Beyaz Saray’a taşıdığı elbette tartışılabilir bir konu ve bu yazının gündemi bu değil. Obama markasının bir çok farklı yönü ve bileşeni olduğuna ve bu markanın Obama’nın derisinin rengine veya sosyal kökenine indirgenemiyeceğini anlatmaya çalışıyorum sadece. Üçüncü ülkelerdeki bir aday ile Obama arasında kurulabilecek tek somut parallellik, ‘underdog’ olup olmadığıyla ilgili olabilir.
Bu açıdan, ‘’hangi adayın Türkiye’nin Obaması olduğu’’ sorusu, eğer konumuz ‘underdog’ olup olmama değilse, temelsiz, anlamsız, saçma bir sorudur. Saçma sorunun ise doğru yanıtı olmaz.
@CemalTdemir
Seçimde kimin kazanacağı ve kimin Amerika’sının egemen olacağı belirsiz. Kesin olan ise İki Amerika’nın siyasi savaşının bitmekten hala uzak olduğu…
“Onlara, daha önceki politik isimleri ve organizasyonları unutmalarını ve sana Lovejoy’s Hotel’de önerdiğim ismin altında birleşmelerini telkin et. ‘Cumhuriyetçi’ ismi altında…”
Güneyli Thomas Jefferson ve kuzeyli John Adams’a “Amerikan devriminin kuzey ve güney kutbu” yakıştırması yapılacaktı. Birçok tarihçiye göre ABD’yi bu iki kutbun oluşturduğu denge bir arada tuttu
© Tüm hakları saklıdır.