Danışmanlık ve halkla ilişkiler firması Challenger&Gray, her yıl olduğu gibi bu yıl da Super Bowl Pazartesisi'nin ABD’ye ekonomik maliyetini açıkladı. Super Bowl Pazartesisi, Amerikan futbolu liginin şampiyonluk maçı olan Super Bowl’un oynandığı Pazar’ın ertesi günü. Açıklanan verilere göre, 16,5 milyon Amerikalı, maçın ertesi günü ‘hasta izni hakkını’ kullanarak işe gitmedi. İşe gelenlerin de çalışma saatleri boyunca, maçtaki pozisyonlar, takımların oyun stratejileri ve daha çok da canlı yayın sırasındaki reklamlar hakkındaki tartışma ve görüş alışverişleri nedeniyle Amerikan işyerleri her 10 dakikada 290 milyon dolar zarar ediyormuş. İşe gelmeyenler de eklendiğinde bu yıl Super Bowl Pazartesisi’nin Amerika’ya ekonomik maliyetinin 3.02 milyar dolar olarak tahmin ediliyor.
Bu ‘ekonomik’ hesaplama haberi bana, geçen yıl okuduğum bir sorgulamayı anımsattı. Yoksul ülkelere internet üzerinden eğitim girişimi Akili Network’ün CEO’su Jeff Schon, Super Bowl Pazartesisi hakkındaki bu hesaplamaya dayanarak, Trump’ın ABD Başkanı olmasının alternatif ekonomik maliyetini hesaplamaya koyulmuştu.
Trump narsist davranışları, filtresiz Twitter mesajları ve diğer gafları, aşağılamaları, kabadayılıklarıyla kendisini sürekli herkesin dikkatinin odağı yapıyor. Her gün yeni bir kriz, yeni bir skandal, yeni bir aşağılama, yeni bir Twitter mesajı herkesin günlük ‘Trump'a harcanacak süresi'ni biraz daha uzatıyor. ‘’Son 1 yılda Trump’ı konuşmaya, onun hakkında okumaya, onu tartışmaya ne kadar zamanınızı ayırdınız diye kendinize bir sorun’’ diyordu Schon.
Kendi günlük ‘Trump süresi'ni de hesaplıyordu; internetten Trump ile ilgili haberleri okumaya 20 dakika, telefonda Trump’ı tartışmaya 10 dakika, bir arkadaşıyla yüz yüze Trump’ı konuşmaya 10 dakika... Schon’un günlük Trump’a harcadığı süresi 40 dakikaymış. Doğrusu bu özgürlüğüne imrendim. Ortalamanın çok altında. Nitekim kendisi de, bu konuda hesaplamalar yaparken, yemek yediği restoranda garsona sorduğunda, biraz düşünen garson, günlük tartışma, okuma ve düşünme süresinin yüzde 40’ını Trump ve onun ortaya attığı gündemlerle ilgili olduğu itirafında bulunur.
Benzeri bir sorgulamayı New York Times’ın muhafazakâr köşe yazarı David Brooks da 2017 yılı Ağustos ayındaki, ‘Trump’ı beynimden çıkarmaya çalışmak’ başlıklı yazısında yapıyor.
O günlerde Washington Post gazetesi, Trump’ın yabancı ülke liderleriyle konuşmalarının zabıtlarını yayınlamıştır. Bir arkadaşı da, Trump’ın zihniyetini sergileyen bu zabıtları e-mail ile Brooks’a gönderir. Tam linki tıklayacağı anda beyninin, ‘yapma, hiç yerim kalmadı artık buna’ diye direndiğini aktarıyor Brooks:
“Beynim artık bu adama tek bir nöron bile harcamak istemediğini söylüyordu. Trump’ın ne kadar cahil, ne kadar özgüvensiz ve ne kadar narsist bir insan olduğunu bilmek için yeni bir şey öğrenmeye gerek yoktu.’’
Trump’ın yeni zırvalarını ve yüksekten atıp tutmalarını öğrenmeye harcanan her saniyenin, insanı haberdar ve bilgili kılmak yerine aşağı çekici etkisi olduğu görüşünde Brooks.
Yazısında, bazı arkadaşlarının Trump’a ilgisinin bağımlılık derecesine geldiğinden de yakınıyor. TV dizisi Breaking Bad seyreder gibi gizli bir heyecanla takip ediyorlar Trump’ı ve kötülüklerini. Yine Trump’ın bazı eğitimli kesimler için de bir tür ‘uyuşturucu hapı’ haline geldiği iddiasında:
“Ona bilgi, moral ve etik üstünlüğümüzü görmekten, sonsuz bir tatmin devşiriyoruz. Leon Wieseltier’ın da dediği gibi, onaylanmak günümüzün yeni seksi.’’
David Brooks, elbette ki, ‘boş verin ülke sorunlarını, anın keyfini çıkarın’ gibi bir sorumsuzluk önermiyor. Ancak, Trump’ın her gün bir yenisini ortaya attığı zırvalara, sözlere, davranışlara, politikalara odaklanmış anlık tepkilerin, sorunu Trump’a indirgemenin, günlük yaşamın merkezine Trump’ı oturmanın korkunç tüketici etkisine ve muazzam bir ömür israfı olmasına dikkat çekiyor. Nitekim, bakışını Trump’tan uzaklaştırıp da ülkeye genel olarak baktığında tek bir büyük soru ile yüzleştiğini yazıyor:
“Bütün bu olup bitenlerden nasıl bir ders çıkarıyoruz ve bu dersler, sonraki aşamada ülkemize nasıl yön verecek?’’
Çünkü, Trump bir parantezden ibaret değil. Yani, Trump’ın diyelim ki 2020’de başkanlığı kaybettiğinde her şey kendiliğinden ‘normal’e dönmeyecek. Trump’ın başkanlığının demografik, politik ve moral olarak eski düzenin artık öldüğünü gösterdiğine dikkat çekiyor Brooks. Bir de örnek veriyor;
“ABD’de politik, demografik ve moral düzeni, dominant kültürü yakın zaman öncesine kadar Protestan ana akım şekillendirdi. Katolik, Müslüman, Yahudi, Budist ve diğer Amerikalılar bile, günün sonunda Protestan iş ahlakı ve WASP kültürünün tanımladığı standartlara uyum gösterdiler. Theodore Roosevelt’ten Barack Obama’ya kadar bütün başkanlar, bu ana akımın şekillendirdiği kamusal hayata en uygun davranış standartlarına saygı gösterdiler. Ancak son 30 yılda ana akım Protestan yapı solmaya başladı. Ülke daha çoğulcu bir nüfus yapısına ulaştı. Ana akım Protestan yapılar dominant statülerini kaybetmeye başladı. WASP’lar konumlarını yitirdi.” ‘Bir süredir, ‘geçmişin moral değerleri’yle yaşamaya çalışıyorduk’ diyen Brooks, ekliyor:
“Ancak Trump’ın seçilmesi, Protestan ana akımın ne derece kuruduğunu da gözler önüne serdi. Çünkü, Protestan etiğinin yaşandığı bir dünyada, parayı çok sevdiğini hiç gizlemeyen, açıkça böbürlenip duran, kadınları aşağılayan, canı ne istiyorsa onu yapmasının en doğru şey olduğuna inandığı için ikiyüzlülük yapma becerisine bile gerek duymayan biri seçilemezdi.’’
Trump’ın seçilmesi ile, ülkede ana akımı bir araya getiren standartların ortadan kalktığının ve bağların koptuğunun aşikâr hale geldiğini yazan Brooks, toplumsal yapının en az üç ayrı katmana bölündüğü tespiti yapıyor. Ona göre birinci grup, yaklaşımlarından, artık Eros’tan çok Caritas’la ilgili oldukları anlaşılan Beyaz Evanjelik Protestanizm. Mitolojide, 'Eros' seksi ve ‘Caritas’ da ‘sevgi’yi temsil ediyor. Brooks, bu benzetmeyle, bu dinci yapı için, rakipleri yenmenin, doğru ve moral insanlar olmaktan daha önemli hale geldiğini kast ediyor. İkinci grubu, zihniyet dünyalarını, feminizm, çevrecilik ve insan hakları talebinin şekillendirdiği ilerici seküler sosyal kesim oluşturuyor. Üçüncü kesim ise, yine seküler olmakla birlikte, terbiye ve üslubunu reality TV’den devşiren, zihniyetini ise kabileci grup dayanışmasının oluşturduğu realist nasyonalistlerden oluşuyor.
Peki, Trump’dan sonra ‘saygınlık’, ‘moral standartlar’ hangi zeminde inşa edilecek? Brooks, WASP idealleri dünyasının artık misyonunu tamamlayarak öldüğünü ve geleceği şekillendirmede bir etkisi olmayacağını savunuyor. Zaten Trump’ın seçilmesi, bu ideallerin ölüm ilanıydı. Trump’ın seçilmesi, toplumsal merkezde büyük bir boşluk oluştuğunun göstergesi. Ancak bu boşluğu kim ve nasıl dolduracak? İşte bütün bunlardan dolayı Trump’ın saçmalıklarına tepki Trump’ın kişiliğini aşarak bu boşluğu dolduracak konuşmalara ve girişimlere odaklanmalı. Yeni bir toplumsal sözleşmenin nasıl inşa edilebileceğine…
Columbia Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Profesörü David Rothkopf da, Foreign Policy dergisinde 2017 Mart ayında yayınlanan yazısında Trump’ın başkanlığının, ona karşı insanlar başta olmak üzere bütün Amerikalılar için nasıl ‘dikkatleri kendine çekip yutan bir kara deliğe’ dönüştüğüne dikkatimizi çekiyor.
‘’Amerika aslında doğası itibarı ile narsist bir ülke’’ diye yazan Profesör Rothkopf devam ediyor: ‘’Amerika’nın diğer bütün ülkelerden farklı ve üstte bir ülke olduğu inancından, ‘’insanlığın son umudu olduğu’’ inancına kadar biz ulus olarak, bu gezegende bütün yaşamın, burada ‘Tanrının ülkesinde’ yaşayan bizim etrafımızda döndüğüne inanıyoruz.’’
Rothkopf, Amerika’nın bu doğal ve tarihsel narsizmin bile, Trump’ın toplumu taşıdığı narsist düzeyin yanında karikatür gibi kaldığına dikkat çekiyor:
‘’Sadece, Trump’ın egomanyak olmasını kast etmiyorum. Bütün başkanlar, belli dozlarda onaylanma ve dikkate muhtaç patolojik kişilik sergilemişlerdir. Ama Trump, ‘benmerkezciliği’ aşkın düzeyde yaşıyor. Sadece Amerika değil, evren tasavvuru bile, kendi kişisel ilgi ve çıkarlarının bir milim ötesine bile taşmıyor. Gerçekler veya ortak toplumsal değerlere yabancılığının nedeni de bu...’’
Rothkopf, Trump’ın başkanlığındaki en büyük başarısının ise, Amerika’nın 24 saat aralıksız süren bir Reality Show seyreder gibi seyrettiği Trump gündemi ile, kendi patolojisini, kendisine karşı olanlar da dahil herkese bulaştırması. Kimse artık onu görmezden gelemiyor. Artık herkes Trump’ın Aşkın Benmerkezcilik evreninin bir parçası. Herkesin Trump’a, Trump’ın da kendisine odaklandığı kendini besleyen bir anti-evren.
Böylesine narsist odaklanmanın bir ülkeye küresel ölçekte kaybettiriciliği çok açık. Nitekim Rothkopf sözkonusu yazısını kaleme aldığı ve bir konferans için bulunduğu Çin’in Şenzen kentine dikkatimizi çeker. 1980’lerin başında köy gibi olan Şenzen bugün New York’un yarım kat daha büyük dev bir metropol. Hong Kong, Macao gibi merkezleri de içeren 60 milyon nüfuslu körfezin ışıltılı ve zengin bir merkezi konumunda. Geleceğe doğru hızla ilerleyen bu dünyanın ‘Trump’ diye bir gündemi ise yok. Bir Çinli meslektaşı Profesör Rothkopf’a, ‘’Amerika fena halde Trump'a odaklı. Bunun bize bir zararı yok’’ demiş.
Patrick Blanchfield de n+1 adlı web sitesinde, ‘Fire and Fury’ adlı kitap etrafında fırtınalar kopan günlerde, ‘ne yapıyoruz biz böyle’ sorgulaması yapanlardan biri olacaktı. Blanchfield, kitabın, Trump’ın narsist kişiliği, egomanyak karakteri, sonsuz cehaleti hakkındaki bilgiye yeni bir şey eklemediği halde herkesin bunları bir kez daha çılgınlar gibi konuşmasının yıkıcılığına dikkat çekiyordu. Trump’ın moronluğu ile beraber, kendisinden nefret edenler de dahil herkesin dikkatini kendinde toplamayı başarmakta son derece mahir olduğu tespiti yapan Blanchfield’e göre Trump bütün gücünü de işte bundan alıyor. Ona göre de Trump bu yönüyle, kişisel ve politik olarak tam bir kara delik. Kara delik, çekimsel tekillik denilen bir noktaya konsantre olmuş bir kütleye sahiptir. Kendi titreşimiyle hareket eder, egzotik bir radyasyon yayar, yuttuğu her şeyi, şey olmaktan çıkarıp hiçbir şey yapar.
‘’Trump da böyle’’ diyor Blanchfield, ‘’Tweetler, konuşmaları, Beyaz Saray kulisleri hepimizi içine, kendine doğru çekiyor. Bir yandan, özgürlükçü devleti istikrarlı şekilde yıkan bir aparatusu da yönetirken bile... Kütle çekim gücü çok fazla. Bunu bir şekilde kontrol etmek için kuşatıcı bir portresini tespit etme ihtiyacına direnmek çok zor. Ama Trump, hep olageldiği Trump. Yaptıklarını, sözlerini, durmaksızın izah etmeye çalışmak, sadece onun gücüne güç katıyor.’’
Tabii ki bu analizlerin çoğunda, hep Trump’ı konuşmanın, hep onu düşünmenin, hep ona odaklanmanın ülkeye maliyeti ve Trump’ın kariyerine katkısına dikkat çekiliyor.
En az onun kadar belki de daha önemli olan da zaman olarak son derece limitli ömrümüze kişisel maliyeti… Ben bu yüzden daha çok da Jeff Schon’un sorusundayım: “Son 1 yılda Trump’ı konuşmaya, onun hakkında okumaya, onu tartışmaya ne kadar zaman ayırdınız?’’
Trump’ın öylesine orta yere attığı ve saatlerimi verdiğim bir çok tartışmanın, gündemin bugün başlıklarını bile hatırlamıyorum. Arada, hukukun ve özgürlüğün yok edilmesi gibi konuşulması gereken bazı önemli şeyler olsa da bir çoğu koca bir israf. Elbette ki Trump tarzı politikaya ve politikacıya olan derin antipatim de onun attığı her yeme atlamamı kolaylaştırıyor. Yazar E. B . White, 1958’de yazdığı bir yazısında, ‘bu dünyada en büyük zaman israfı, birine düşman olmaktır’ diyor.
Beni geliştirecek somut işlere, hayatta yapmak istediklerimi yapmaya, ideallerime, sanata, bilime ve çok daha sağlıklı ve derin politik kültürel tartışmalara ayırabileceğim yüzlerce saatimi boşuna harcadım. Dijital çağ kuşağının bilgeliğine şapka çıkarıyorum:
‘’Don’t feed the troll’’. İşine bak.
@CemalTdemir