12 Aralık 2020

Sanatın, edebiyatın, erkekliğin, insanlığın başladığı ve bittiği yerler nereler?

Tarkovsky'nin en sevdiğim sözüdür: "İlkelerine bir kez olsun ihanet eden insan, hayat ile olan saf ilişkisini yitirir. Bir insanın kendine karşı hile yapması, onun, filminden, hayatından, her şeyinden vazgeçmesi demektir. Bu nedenle bir eseri üreteninden bağımsız düşünemiyorum ben."

Yaz aylarında sosyal medyamda şöyle yazmışım: Çok kitap okumak okumamak, acayip okullarda okumak okumamak değil mesele ve hiç fark etmiyor. '"Erkeklik" sorunu daha derin bir yerlerde.

Bu sözüme "çok yazmak ve yazmamak"ı da ekledim son ifşalardan sonra.

* * *

Bir akşam önce Twitter'da Hasan Ali Toptaş videosu paylaşılmıştı. Toptaş, TRT2'de bir programa katılmış ve şöyle diyordu dolaşan videoda: "Çeviri bir kitap okurken önce çevirmenin doğum tarihine bakıyorum. Çünkü günümüzde Türkçe, günümüz insanının zihnindeki kelime sayısı o kadar azaldı ki, böyle tatsız bir çeviriyle karşılaşmaktan korkuyorum."

Hasan Ali Toptaş'ı en sevdiğim yazarlardan biri olarak söylerdim sorulduğunda hep. Mevcut düzene, iktidara, güce boyun eğmiş şekilde TRT 2'ye çıkmış olmasını eleştirecektim o akşam vazgeçtim.

Ve ertesi gün, önce Pelin Buzluk sonra Leyla Salinger takma isimli hesap ve ve sonrasında 20'ye yakın kadın Toptaş'ın kendilerine yaptığı tacizleri anlattı ve Toptaş da "eril failliğiyle" kabul etti. Kadın hareketinin müthiş gücüyle birçok isim ifşa edilmeye başladı. Kadınların yıllardır içlerinde tuttukları travmalar şimdi tüm cesaretiyle, gerçekliğiyle ortaya çıkıyor. Twitter, yılların spiral of silence'ını alıp spiral of voice'a çevirdi.

Ve sektörden arkadaşlarla şunları konuşmaya başladık yine: "Ooo sinema-tv- medya sektöründen ifşalar gelse neler neler ortaya çıkar."

Hollywood'da onlarca meşhur kadın, sektörel gücü, iktidarı elinde bulunduran Harvey Weinstein'ın tacizlerini yıllarca anlatamamıştı. Weinstein skandalından sonra başlayan #metoo büyük bir kadın hareketine dönüşmüştü dünyada. Asia Argento, yıllar önce Cannes'da Weinstein tarafından uğradığı tecavüzü ödül töreninde açıklamıştı. Weinstein skandalı sonrası bizim birbirine çokça bağlı, çokça ikiyüzlü ilişkiler ağı ile yürüyen sektörümüzde pek ses çıkmamıştı. O gücün, iktidarın, işimize, hayatımıza engel olurların korkusu artık kırılmaya başlandı. Çünkü böyle travmaları açıklamak hiç kolay değil ve sonrasından bununla baş edebilmek…

Dilerim ki bizim sektörde de ifşalar şu an kısık olsa da artar, artacaktır. Şu anda birçok alandan birçok isim çıkıyor çıkmaya devam da edecek. Kadın hareketi hiç olmadığı kadar güçlü ve o son günlerin en müthiş sloganındaki gibi: "Uykularınız kaçsın ben ne zaman ifşa edileceğim diye" diyoruz. Hiçbir kadın yalnız değil.

Dünya, bu sanat konformizminden ve sanat diktatoryasından da kurtulacak

Kim Ki-Duk'un da Covid - 19'dan öldüğünü öğrendik. Ben de sosyal medya hesaplarımda şöyle paylaştım: "En sevdiğim yönetmenlerden Kim Ki-Duk da Covid - 19'dan ölmüş, 60 yaşında. ben onu hep çok bilge gördüğümden hep daha yaşlı düşünürdüm, üzgünüm çok."

Ve sonra Kim Ki-Duk'un da bir tacizci olduğunu öğrenmem uzun sürmedi. Güney Kore'deki #metoo hareketi de onun ismiyle başlamış meğer ve birlikte çalıştığı oyuncuların taciz iddiaları varmış. Ve üzgünlüğüm yerini koca bir öfkeye ve yanında tuhaf bir çaresizliğe bıraktı.

Tıpkı Bertolucci öldüğünde hissettiğimiz gibi hissettim. O da Paris'te Son Tango'nun çekimlerinde Maria Schneider'i daha sonra bütün bir hayatını travmatize edecek olan bir tacize maruz bırakmıştı.

Kuşlar filminin yıldızı Tippi Hedren, anılarında Hitchcock'un kendisine cinsel tacizde bulunduğunu ve kariyerini bitirmekle tehdit ettiğini de yazmıştı.

Örnekler çok: Polanskiler, Woody Allenlar…. Sanatta da, edebiyatta da…

Eseri, üretenden sanatçısından; yazarı yazdığından, şairi şiirinden bağımsız görebilir miyiz? Görmeli miyiz? Ne yapmalıyız? Sanatı sanatçısından bağımsız mı düşünmeli miyiz? sorunsalıyla da baş başa kaldık yine. Bunların da şu ara sosyal medyada epey konuşulduğunu ve bağımsız görmeliyiz diyen bir kitle olduğunu da görüyoruz.

Sevgili arkadaşım Zehra Çelenk, Duvar'daki "Alçak adamların yüksek edebiyatı" başlıklı yazısında şöyle diyor ve ben de katılıyorum: "Shakespeare'in reenkarnesi olsa, dünyanın en büyük yazarı olsa bunları yaptıktan sonra kaç yazar? Banyoya kıstırdığı bir kadınla, neye uğradığını şaşırttığı gencecik bir öğrenciyle empati kuramayan bir adam insanın derin çelişkilerine, kaygılarına ne dereceye kadar "gerçekten" nüfuz edebilir?"

Tacizci, tecavüzcü, fiziksel ve psikolojik şiddet uygulayıcısı, sapık, etrafa zarar veren bir alkolik, kumarbaz, küfürbaz hızar gibi kendini ve toplumu kadınları travmatize eden insanların ürettikleri "şeyler" ne kadar değerli ve önemli olabilir?

Konu benim açımdan çok net:

Tarkovsky'nin en sevdiğim sözüdür: "İlkelerine bir kez olsun ihanet eden insan, hayat ile olan saf ilişkisini yitirir. Bir insanın kendine karşı hile yapması, onun, filminden, hayatından, her şeyinden vazgeçmesi demektir. Bu nedenle bir eseri üreteninden bağımsız düşünemiyorum ben."

Yayıncılar ifşa olan tacizci yazarlarla bağlarını bir bir koparırken; yapımcı Müge Büyüktalaş ve yönetmen Ali Aydın da Hasan Ali Toptaş'ın kitabından uyarlanan Kuşlar Yasına Gider filminin de iptal olduğunu duyurdular.

Ve ben hatta sadece yazsını yazan, sinemasını yapan ülkede olan hiçbir acıya, güncele, politik olaya sesini çıkaramayan "sanat"çı görmek istemiyorum. Mümkünse Hasan Ali Toptaş kitaplarına o müthiş fotoğraflarını veren Nuri Bilge Ceylan da bu son olanlarla olan düşüncelerini hislerini dile getirsin. Ben sinemamı yaparım, ben kitabımı yazarım, ben şiirim yazarım, oh ben tv dizisinde oynar parama bakarım bana ne diye köşeye çekilmek yok.

Sanat - sanatçı dokunulmazlığı diye bir şey yok. Dünya, bu sanat konformizminden ve sanat diktatoryasından da kurtulacak - sıyrılacak artık; zarar verdiklerinizin dışında yapmadıklarınızdan, kaçtıklarınızdan ötürü de uykular kaçacak.

Yazarın Diğer Yazıları

Ali Kemal Çınar: Zayıf yönlerini görüp bunun üzerine gitmek, ancak güçlü gördüğün yönlerinin varlığından cesaret alarak yapılabilir

Ali Kemal Çınar ile son filminden Kürt sinemasında birey olma sorunsalına, Diyarbakır'dan Türkiye Sineması'nın geleceğine uzanan bir söyleşi gerçekleştirdik

Ulaş Tosun: Merhaba Canım'ın yarattığı etki, belki tasarlanmış estetiğin bir kere daha çöküşü olarak yorumlanabilir

Merhaba Canım benim için sansürün ve otosansürün tüm gücünü hissettiğim bir çalışma oldu