29 Ocak 2025

Kültür endüstrisinin üzerinde dolaşan “Gezi” hayaleti

Her şeyden önce şunu söylemek gerekiyor; aslında dönüp dolaşıp Gezi’ye gelmedik. Gezi hep orada; kimileri için umut verici bir nostalji, kimileri için geçmişin tedirgin edici bir hatırası, kimileri için ise araçsallaştırmaya her an hazır bir dava olarak yanı başımızda duruyor

Ayşe Barım

Siyasal Alevicilik gündemiyle kapattığımız 2024 yılının ardından, 2025’in ilk günlerini Ayşe Barım ve menajerlik sektöründe tekelleşme iddiaları ile açmıştık.

TV100 yazarı Fuat Uğur'un, aylar önce kaleme aldığı bir yazıda, doğrudan isim vermeden “oyuncu kılığındaki kızları adeta mama gibi pazarlayan iş kadını” olarak tarif ettiği kişinin aslında Ayşe Barım olduğu ve “Büyük yayıncı platformlarla anlaşarak kendi kontrolü dışında olan sanatçılara iş yaptırtmayıp sektörde tekelleşen ID İletişim’in, aynı zamanda oyuncu Serenay Sarıkaya ile Mert Demir arasında para karşılığı magazinsel bir sahte ilişki kurdurduğu” iddiaları ortaya atılmıştı. Bu tartışmalarla birlikte, tekelleşme ve haksız kazanç incelemesi sebebiyle MASAK ve Rekabet Kurulu tarafından ID İletişim’in de içinde olduğu çeşitli firmalar hakkında soruşturma süreçlerinin başladığı öğrenildi.

Hakkındaki iddiaları yalanlayarak hedef gösterildiğini ve hukuk yoluyla mücadele edeceğini söyleyen Barım’a, başta ID İletişim ile çalışan sanatçılar olmak üzere, çeşitli isimlerden destek açıklamaları geldi. Hazal Kaya, Bergüzar Korel, Ceyda Düvenci gibi oyuncular “kadın dayanışması” üzerinden destek verirken, Halit Ergenç de “25 yıllık arkadaşı ve menajeri üzerine atfedilen ahlaksız senaryolar”ın haksızlığını dile getirdi. Farah Zeynep Abdullah ve Deniz Işın gibi oyuncular ise, kadın dayanışması adı altında sektörde yapılan haksızlıkların göz ardı edilemeyeceğinin altını çizerek, tekelleşme iddialarını doğrular nitelikte yorumlarda bulunacaklardı. 

Tekelleşme iddialarının üzerine asıl gidenler ise, tahmin edileceği üzere, iktidara yakın yorumcular oldu. “Vergi kaçırma, tekelleşme, rüşvet gibi ciddi iddialar içeren soruşturmanın reklam aşkına indirgenmesinin gerçekleri karartma çabası olduğunu ve sosyal medyada örgütlü bir aklama çabası görüldüğü”nü iddia eden bu yorumcular; “Muhaliflerin sırf kendilerinden diye her türlü rezilliği örtbas etmek istediklerini ve mafya eliyle korunan bir toplum mühendisi olan Barım’ı bu yüzden savunduklarını” dile getiriyorlardı.

Bu suçlamalara karşı çıkan muhalif yorumcular, sürecin yalnızca ekonomik çıkarlarla sınırlı olmadığını, aynı zamanda daha geniş bir kültürel dönüşüm hedeflediğini öne sürecekti. Onlara göre, iktidar, menajerlik sektöründeki büyük gelir akışını kendi kontrolüne almanın yanı sıra, medya ve sanat dünyasını yeniden yapılandırarak kültürel hegemonyasını güçlendirmeyi amaçlıyordu.

Bu yorumlara göre, Ayşe Barım ve ID İletişim gibi sektörün kilit aktörlerine yönelik soruşturmalar, yalnızca hukuki bir inceleme değil, aynı zamanda sektörel bir güç transferi hamlesiydi. Ekonomik kazanç sağlama amacının ötesinde, sanat ve medya alanında muhalif seslerin etkisini zayıflatmaya yönelik bu girişimlerin, kültürel alanı daha merkezi ve otoriter bir düzene entegre etme çabasının bir parçası olduğu görüşü; Ayşe Barım’ın Gezi olaylarına karıştığı gerekçesiyle göz altına alınması üzerine daha da güç kazandı.

Kültürel hegemonyanız da bitecek…

Düşünce tarihimiz boyunca “Türkiye’de kültürel iktidarın Batıcı ve sola yatkın dar bir elit zümrenin elinde olduğu” tezi, özellikle muhafazakâr entelejiyansiyanın bir tür amentüsü haline gelmiştir. Nitekim, Cumhurbaşkanı Erdoğan da kültürel alanda gösterilen performanstan yeterince memnun olmadığını ifade etmiş ve kendi kitlesine bu konuda daha fazla çaba göstermeleri için bir çağrıda bulunmuştu.

Türkiye’de rejimin değiştiği 2017 yılına denk gelen bu çağrı, hemen bir yıl sonra, belki de yeni rejimin en çalışkan ve en etkili kurumu olarak ortaya çıkan İletişim Başkanlığı ile karşılık bulacaktı. Nitekim, ilk İletişim Başkanı olarak atanacak olan Prof. Dr. Fahrettin Altun’un, göreve gelişinden yalnızca yirmi gün önce attığı o meşhur tweet’teki ifadelerinin; “kültürel iktidarı elinde tutan dar kadro”ya dönük kadim bir hıncı yansıttığı kadar, kendinden oldukça emin bir motivasyona da işaret ettiği anlaşılıyor.

İletişim Başkanlığı’nın etkin bir kuruma dönüştürülmesi ile birlikte iktidar, kendi kültür endüstrisini oluşturma yolunda attığı adımları giderek daha sistematik hale getirdi. Bu süreçte televizyon dizileri yalnızca kültürel mesajların yayılmasında değil, aynı zamanda politik ve ideolojik hedeflerin benimsetilmesinde de kritik bir araç olarak karşımıza çıktı. 

Türkiye’nin yumuşak gücü: Dizi sektörü

Üstelik Türk dizi sektörü, yalnızca ulusal düzeyde değil, aynı zamanda bölgesel bir yumuşak güç aracı olarak da büyük bir önem taşıyordu. Orta Doğu, Balkanlar ve Kuzey Afrika başta olmak üzere geniş bir coğrafyada Türk dizilerinin popülerliği, Türkiye’nin kültürel etkisini artırmak için önemli bir fırsat olarak değerlendiriliyordu. Bu durumu daha da önemli kılan, hiç kuşkusuz, sektörün yarattığı yüksek ekonomik kazançlardı. Tam da bu durum sektörü yalnızca kültürel değil, aynı zamanda ekonomik bir mücadele alanı haline getiriyordu.

Bu bağlamda, 2014-2019 yılları arasında yayınlanan TRT dizisi Diriliş Ertuğrul’un yarattığı özgüveni ve iştahı anlamak, Türk dizi sektörüne iktidarın bakışındaki dönüşümü değerlendirmek açısından önemli. Diriliş Ertuğrul hem ulusal hem de uluslararası alanda bir dönüm noktası olacaktı. Dizi Türkiye’de reyting rekorları kırarken, Orta Doğu, Balkanlar, Güney Asya ve Latin Amerika dahil olmak üzere 70’ten fazla ülkeye ihraç edilerek Türkiye’nin kültürel ihracatında önemli bir rol üstleniyordu. Üstelik Yeni Osmanlıcı ideolojiyle uyumlu mesajları sayesinde, hem Türkiye içinde tarihsel bir nostalji inşa ediyor hem de uluslararası alanda kültürel bir yumuşak güç aracı haline geliyordu.

Kültürel iktidarın dinamosu olarak TRT

Diriliş’i takiben yayına giren Kuruluş Osman, Uyanış: Büyük Selçuklu, Kut’ül Amare ve Payitaht Abdülhamid gibi diziler, yalnızca tarih keşfi (ya da tarih icadı) işlevi görmedi. Aynı zamanda, Kurtlar Vadisi’nden beri süregelen, güncel siyaseti dramaturjik ögelere gizlenmiş şifrelerle çözme alışkanlığına da yaslanarak; konjonktürel tartışmaları tarihselleştirerek çerçevelemeyi hedefledi. Hiçbiri yurt dışında Diriliş Ertuğrul kadar geniş bir etki yaratamayan bu yapımlar; yurt içinde aynı devletçi meta anlatının yeni epizodları olarak ilgi görmeye devam ettiler.

Geçmiş örneklerden farklı olarak salt propaganda amacı güden yüzeysel yöntemlerle değil, güncel sinema teknikleriyle kendi izler kitlesini oluşturan bir fenomen yaratarak yapmayı da başardı.

TRT Market isimli çevrimiçi satış platformu üzerinden, bu dizilerdeki karakterlerin oyuncak figürlerinin ya da dizideki aksesuarlarının satıldığını düşündüğümüzde; diziler üzerinden inşa edilen anlatıların, transmedya uygulamalarla somutlaşarak milliyetçi muhafazakâr sosyolojiye hitap eden bir kültür yarattığı da görülüyor. Üsküdar kafelerinde Alparslan’ın zihgirini ya da Teşkilat dizisindeki yüzüğü takarak gezen gençler, tarih ödevini bitirip televizyon başında yeni bölümü beklerken babalarından Diriliş Ertuğrul oyuncağı isteyen çocuklar var. 

Aynı dönemde pandemi süreciyle artan dijital içerik tüketimi, Netflix ve Prime Video gibi platformların yaygınlaşmasıyla izleyici alışkanlıklarını kökten değiştirecekti. Bu değişimi fark eden TRT, 2023 yılında "Tabii" adında yerli bir çevrimiçi platform kurarak dijital alanda da varlık göstermeye başladı.

Çeşitli pazarlama stratejileriyle izleyici rakamını arttırmaya çalışan Tabii’nin esas patlama süreci ise, sekülerler ile muhafazakârlar arasındaki mahalle savaşına yeni bir yorum getiren Kızılcık Şerbeti ve Kızıl Goncalar’a -bir nevi- karşı çıkışı temsil eden Gassal dizisi ile oldu. Önce tercih edilen başrol, ardından tanıtım billboardları, sonrasında ise karikatürize stereotiplere dayanan kültür çatışması sahneleriyle gündeme gelen diziyi -Cumhurbaşkanı Erdoğan da dahil olmak üzere- AK Parti’nin önde gelen isimleri beğenerek izlediğini beyan etti.  

12 yıl sonra yeniden: Gezi

Peki bütün bunlardan sonra Gezi’ye nasıl geldik?

Her şeyden önce şunu söylemek gerekiyor; aslında dönüp dolaşıp Gezi’ye gelmedik. Gezi hep orada; kimileri için umut verici bir nostalji, kimileri için geçmişin tedirgin edici bir hatırası, kimileri için ise araçsallaştırmaya her an hazır bir dava olarak yanı başımızda duruyor.

Sahiplenici, eleştirel ya da doğrudan kriminalize eden bir perspektifle yaklaşalım, hiç fark etmez. Ortadaki hakikati görmeye cesaret edeceksek; Gezi’nin, Türkiye’de sanatçıların siyasi otoriteye doğrudan ve kolektif olarak itiraz etme cüretini gösterebildikleri son an olduğunu ifade etmek gerekiyor. Gezi’nin ardından, toplumun genelini etkileme gücüne sahip ana akım şöhretler, toplumsal olaylara verdikleri bireysel tepkilerde siyaset kurumunu işin içine katmamaya büyük bir hassasiyet gösterdiler. Fakat 12 yıl sonra “Gezici” oldukları iddiasıyla siyasi çatışmanın merkezine çekilmekten kurtulamadılar.

Oyuncu Halit Ergenç

Muhalif kimliğiyle öne çıkan ve toplumsal meselelerde sanatçı sorumluluğuyla hareket etmek isteyen isimlerin, 2013 yazından tweet görüntülerinin sıklıkla dolaşıma sokulacağı bir sürece girdiğimiz aşikâr. Özellikle iktidara yakın bazı sosyal medya hesaplarının, bir araştırmacı gazeteci titizliğiyle muhalif ünlülerin hesaplarını inceleyip geçmişteki Gezi paylaşımlarını “ortaya çıkardığına” şahitlik etmeye başladık.

Anti-siyaset trendini tırmandıran yeni bir gündem daha

Tıpkı “siyasal Alevicilik” kavramsallaştırması ile, muhalif siyasetin dar bir çıkar grubunun egemenliğinde olduğu gerekçesiyle topyekûn marjinalize edilmeye çalışılması gibi; Ayşe Barım hakkındaki suçlamaların da -başka sanatçılar da işin içine katılarak- 12 yıl önceki Gezi Parkı eylemlerine vardırılması, kültür alanındaki muhalefetin de belli bir çıkar grubunun hizmetinde olduğu algısının yaratılmasına hizmet ediyor. 

Siyasal alanda “Siyasal Alevicilik” nasıl amorf bir kimlik olarak yeniden inşa edildiyse, kültür alanında da “Gezici”lik benzer bir şekilde sapla samanın karıştırıldığı, sınırları belirsiz bir persona olarak yeniden gündemleşip, kültürel hegemonyayı da bitirme” mefkuresi çerçevesinde araçsallaştırılıyor.

Böylece, siyasetin merkezine alınması gereken yakıcı gelişmelerin yerine, mahalleler arası kutuplaşmayı derinleştiren ve sıradan vatandaşları iki kutup arasında pozisyon almaya zorlayan yeni bir suni gündem daha yaratılıyor. Bu tür gündemlerin, toplumsal enerjiyi tüketerek özellikle iktidar ve muhalefet arasında sıkışmış olan "gri bölge" sosyolojisindeki anti-siyaset eğilimini güçlendirdiğini söylemek mümkün.

Zira Barım’ın gözaltına alınmasına yönelik tepkilere bakıldığında, daha önceki yazımda da belirttiğim gibi, hâkim duygunun siyasi apati (ilgisizlik) değil, açıkça anti-siyaset olduğunu görmek mümkün. Bu durum, toplumsal kesimlerin yalnızca mevcut iktidara değil, aynı zamanda muhalefete ve genel anlamda siyaset kurumuna karşı yaygın ve derin bir öfke beslediğini ortaya koyuyor. Özellikle muhalif aktörlerde “İktidar yapıyor, öyleyse yalandır” algısından, “İktidar yapıyor, ya doğruysa?” duygusuna geçiş yaşanması seçmenlerin sadece iktidara değil, muhalefete duyduğu güvensizliğin de bir sonucu.

Rıza olmadan hegemonya kurulabilir mi?

Hegemonya kavramı, muktedir sınıfın toplumda yalnızca zor kullanarak değil aynı zamanda rıza üreterek egemen olmasına işaret eder. Kültürel alanda güç kazanmak için siyasi metotlara başvurmak, kültürel iktidarı (güç tekelini) getirebilir fakat rızaya dayalı bir kültürel hegemonya dönüşümünü sağlamaz. Dolayısıyla bu hamleler, iktidar sosyolojisini tahakküm eden kültürel alanlarını kapasitesini arttırabilecek olsa da, bu sosyolojiyi aşarak toplumun genelinde etkisini hissettiren bir kültürel hegemonyayı inşa etmeye yetmeyecek.

Sektör içinde “Ayşe Barım’a bile bu oluyorsa…” şeklinde değerlendirilen gelişmelerin, bütün kültür endüstrisine uyarı atışı işlevi görüyor. Bu uyarının bulacağı karşılık, kültür endüstrisinin yeni dönemdeki dengelerini belirleyecek. Önümüzdeki süreçte, özellikle muhalif sanatçıları oldukça zor sınanma anlarının beklediği düşünülebilir. Tekelleşme iddialarına sert biçimde itiraz edenlerin, işin içine “Gezi” girince, aynı korumacı duruşu ne kadar sürdürülebileceğini göreceğiz.

Belki de tarihteki ilk hikâyelerin anlatıldığı coğrafyaya ev sahipliği yapan bir toplumun, dünyaya hikâye ihraç eden orijinal platformlar kurup büyütmek yerine, özündeki neşeyi ve yaratıcılığı kemiren tartışmalarla oyalanmasının hissettirdiği ıstırap duygusunu tarif etmek oldukça zor.

Burak Savaş kimdir?

Lisans eğitimini İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde Uluslararası İlişkiler ve Medya İletişim alanlarında, yüksek lisansını da Galatasaray Üniversitesi’nde Stratejik İletişim alanında tamamladı. Ardından Harvard Kennedy School’da, Obama’nın 2008 Başkanlık kampanyasının “grassroots” ve “storytelling” süreçlerini yöneten Marshal Ganz’dan kamusal anlatı ve hikayeleştirme eğitimi aldı.

Çeşitli kurumlara ve liderlere siyasal iletişim danışmanlığı verdikten sonra yönetiminde yer aldığı 2023 genel seçim kampanyası, EAPC (Avrupa Siyasi Danışmanlar Derneği) tarafından üç adet Polaris ile ödüllendirildi. Kariyerine kurucu ortağı olduğu Virtus Araştırma’da devam eden Burak Savaş; siyasal kampanyalar, lider iletişimi ve politik hikayeleştirme alanlarında çalışıyor.

Yazarın Diğer Yazıları

Siyasal Alevicilik ve anti-siyasetin gölgesi

Siyasal Alevicilik söylemi yalnızca reelpolitik bir enstrüman değil; aynı zamanda bir toplumsal grubu hedef gösterip şeytanlaştırarak, Türkiye’nin demokratik yapısını zayıflatma potansiyeli taşıyan bir tehdit

"
"