Festival sona yaklaşırken, toplu bir değerlendirme yapabiliriz artık. Yarışmaya seçilen 19 film arasında henüz izlemediğim üç film kaldı. Bunlardan biri de, Fatih Akın’ın filmi “Aus dem Nichts” (İngilizce adı “In the Fade”; Türkçeye izledikten sonra çevirmekte yarar var).
Hemen söyleyeyim, çok parlak bir yıl değildi. 70. Yıldönümünü çeşitli etkinliklerle kutlayan festival, ciddi bir boyut kazanan terör tehdidi nedeniyle, olağanüstü güvenlik önlemleri içinde sürüyor. Gün içinde kimbilir kaç kez aranıyoruz. Manchester’deki katliam ortamı iyice gerdi; bayraklar yarıya inerken, o gün yapılması havai fişek gösterileri iptal edildi. Ama, Altın Palmiyeli yönetmenlerin ve yıldızların görkemli ‘kırmızı halı’ geçiti yapıldı gene de. 13 yönetmeni bir araya getirmişti Festival. Şerif Gören çağrılmıştı da gelmedi mi, bilemiyorum.
Politik ortam alabildiğine gergin olmasına karşın, yarışma programındaki filmlerin çoğunluğu, politikadan çok insan ilişkileri üzerinde yoğunlaşmıştı. Belki de, Festival yönetmeni Thierry Fremaux’nun bilinçli bir seçimi idi bu. Irkçılığın, paranoyanın tavan yaptığı, alışılmadık liderlerin iktidarda olduğu bir dünyada bu gergin ortama tuz biber ekmek istemediğinden...
Elbette, her film politiktir, etliye sütlüye karışmayan ‘tür’ filmleri bile politiktir, malum...Ben, doğrudan politik temaları seçen filmlerin azlığından söz ediyorum. Resmi programın yan bölümü ‘Belirli Bir Bakış’ bu bağlamda daha zengindi diyebilirim.
Gene de, birçok filmin arka planında politik temalara yer verilmişti. Şu ana dek izlediklerim içinde, beğendiğim yapımların çoğu böyleydi. İlk üçüm şimdilik, Avusturyalı Michael Haneke’nin “Mutlu Son”u, Rus Andrey Zvyagintsev’in “Sevgisiz”i, İsveçli Ruben Oslund’un “Kare”si... Bunların yanına Ukraynalı Sergey Loznitsa’nın “Krotkaya”, Macar Kornel Mundruczo’nun “Jüpiter’in Ayı” adlı filmlerini de ekleyebiliriz. Günümüz Avrupa toplumunun her anlamda geriye gidişine, tükenişine tanıklık eden filmlerdi hepsi de.
Haneke’nin “Mutlu Son”u ile Zvyagintsev’in “Sevgisiz”i anlatım bütünlüğü açısından en öne çıkan filmler. “Kare” de, birden fazla temayı iç içe işlerken tekrara düşebilen, ama gene de özgün bir kimlik taşyan bir yapım. Diğerleri ise, ilginç temalara değinseler de, fazlalıkları olan, ya da yolun yarısnda raydan çıkan yapımlardı.
Haneke ve Oslund’un filmleri Batı toplumlarınındaki değer yitimini vurguluyor. İki film de, burjuvaziye keskin eleştiriler yöneltiyor. İki filmde de, görkemli yemek masalarının ardında güvenlerini yitirmiş bireyler görüyoruz. Sevgi, bağlılık, dayanışmanın yerini daha çok kazanç hırsının aldığı, teknolojiye tutsak olmuş toplumları anlatırken benzer yaklaşımları sahip iki yönetmen de.
Gerek “Mutlu Son” gerekse “Kare”de, göçmen sorununun Batı toplumlarını nasıl etkilediğini, nasıl kırılgan hale getirdiğini görüyoruz. İki yönetmen de, sahici ilişkilerin yerini sanal ilişkilerin aldığı, bir dünyayı anlatırken, bir dakikalığına olsun duygusallığa yer vermiyor, izleyiciyi gördüklerini sorgulamaya yöneltiyorlar. Neredeyse Brecht’ien bir sinema bu.
Zvyagintsev de, günümüz Rus toplumunu benzer argümanlarla eleştiriyor. Ama, diğerlerinden farkı duygusallıkla akılcılığı dengeleyen bir tavra sahip. Yozlaşmış bir düzenin kendi paçasını kurtarmaya koşullandırılmış bireylerini ve bu düzene başkaldıran çocuğu anlatan yönetmende çağdaş bir Çehov duyarlığı bekleyenler düş kırıklığına uğramıyor. Kusursuz bir anlatım ve dört dörtlük oyunculuklar, “Mutlu Son”dan geri kalmıyor.
Üslup denemeleri
Sergei Loznitsa ise, Rus toplumunu sarkastik bir dille anlatmayı deniyor. Dostoyevski’nin “Krotkaya -Tatlı bir Yaratık“ adlı kısa öyküsünden yola çıkarak, işkenceci ile kurbanı arasındaki ilişkiyi anlatıyor. Dostoyevski’de bunlar bir karı-koca iken burada, bilinmeyen bir nedenle hapse tıkılan kocasına ulaşmaya çalışan bir kadın ve karşısındaki ‘sistem’...
Rus toplumun Önceki filmlerindeki şiirsellik, yerini sarkastik ve sürreal bir anlatıma bırakmış Loznitsa. “Krotkaya”da Sovyet dönemi öncesini anlattığını iddia etse de, bu savı inandırıcı değil. Bal gibi de, Çarlık’tan Sovyetlere, oradan Putin rejimine devredilen değerler sistemini eleştiriyor. Kısacası Rus mitolojisini yorumlayan, Kafkaesk bir tablo var karşımızda. Çok iyi giderken, bir rüya sahnesinde ‘kitch’ estetiğine yönelen Loznitsa’nın biçimsel tercihleri bana göre filmin hedefini zedelemiş.
Bir başka üslup denemesi de, Macar yönetmen Kornel Mundruczo’dan geldi. “Beyaz Tanrı”da kısmen işlediği inanç teması, “Jüiter’in Ayı” adlı yeni filminin ana gövdesini oluşturuyor. Haneke ve Oslund’un filmlerini ziyaret eden göçmenler bu filmde de karşımıza çıkıyor. Bu kez, filmin kahramanı Macar sınırından geçerek Avrupa’ya sığınmaya çalışan Suriyeli bir genç adam. Sınır polisinin silahından çıkan kurşunlardan etkilenmediği gibi, göklere yükselerek polislerin elinden kurtuluyor!
Onun bu mucizevi yeteneğinden istifade edip, para kazanmaya çalışan bir doktor, günümüz Avrupa toplumunun inançsızlığını ve çıkarcılığını temsil ediyor. Genç adamın bir ‘melek’ gibi havalanması ise, dışlanan ‘öteki’nin kimliğinde Macaristan’a sunulan bir umut, yeniden yükselme çağrısı...mı acaba? Filmin ideolojisini, dinsel motiflerle yüklü idealizmini tartışmaktansa, seçtiği Metaforik anlatımdaki tutarsızlıkları, haddinden fazla zorlanmış senaryosunu vurgulamayı yeğlerim.
Üslup denemesini hayranlıkla izlediğim bir yönetmen Güney Koreli Hong Sangsoo oldu. “Ertesi Gün” adlı filminde bir yayıncı-eleştirmenin farklı kadınlarla ilişkilerini, mizah duygusu içeren duyarlı bir yaklaşımla anlatıyor yönetmen. Sahnelerin çoğunluğunu bir masada karşılıklı oturan iki kişinin konuşmalarnın oluşurduğu, öyküsünü zamanda ileri-geri yolculuk yaparak anlatan film olağanüstü siyah-beyaz görüntüleri ve mükemmel oyuncuları ile Güney Kore sinemasına bir ödül getireceğe benzer.
Klasik anlatımlar
Bazı yönetmenler biçim üzerine kafa yormayı seçerken, diğerleri klasik bir anlatımı seçiyor. Bu festivalde izlediğimiz filmler içinde, eli yüzü düzgün klasik anlatımları ile geniş seyirci yığınlarının gönlünü çelebilecek yapımlar da vardı her zaman olduğu gibi.
Sofia Coppola’nn “The Beguiled” (Büyülenmiş)’i, görsel engelli bir fotoğrafçı ile engellilere sesli anlatım yapan genç bir genç kadının ilişkisini büyük bir duyarllık ve şiirsel bir estetik içinde anlatan Japon yönetmen Naomi Kawase’nin “Radiance”ı, usta işi bir anlatımla August Rodin- Camille Claudel ilişkisini anlatan Jacques Doillon’un “Rodin”i, 68 Paris’inde sinemasal tutkuları ve devrimci ideallerini buluşturmaya çalışan Jean-Luc Godard ile sevgilisi Anne Wiezemski’nin ilişkisini mizahi dokunuşlarla anlatan Michel Hazanivicus’un “REDOUTABLE”ı, Fas asıllı Fransız yönetmen Robin Campillo’nun 90’lı yılların Paris’inden LBGTİ aktivistlerinin (Act Up adlı grubu anlatıyor film) eylemleri içinde gelişen bir aşkı anlatan “Dakikada 120 Kalp atışı” içinden Pazar akşamı ödül listesine çıkmayı başaranlar olacaktır elbette. Tahminlerimizi de yarın paylaşalım...