Türkiye yeni bir dalganın içine girmiş durumda: KHK dalgası. Tam 40 bin kişi hatta bazılarına göre daha da fazlası memuriyetten atıldı. Bu dalgaların diğer girişimlerle ve yenileriyle birleşerek girdaba dönüşmesi ise an meselesi - gerçi o girdabın zaten içinde olduğumuz da söylenebilir. Aslında 15 Temmuzun hemen ardında yeniden bir toplumsal mobilizasyon yaratmak ve demokratikleşme açısından bir takım adımlar atmak için kısmen uygun bir toplumsal zeminden söz edilebilirdi. Bu minvalde Türkiye’nin bir toplumsal mutabakat içine girdiği varsayıldı. Ancak mesele toplumsal meşruiyetten çok gücü bir elde toplamak olduğundan buna aralanan kapı hızla kapatıldı. Hükümetin CHP ile arasındaki kısmi uzlaşma sarsılmış görünüyor. Bu uzlaşının hassas olduğunu biliyorduk. Nitekim kısa zamanda çözülmüş olmasından da bu anlaşılıyor. Zaten Kürt vatandaşları temsil eden HDP ile hükümetin ilişkileri çoktan kopmuş durumda. Şimdi CHP’nin tabanıyla da kopmak üzere. AKP Türkiye’nin neredeyse yarısını karşısına almakta ısrarcı. Tam olarak bir ikiye bölünme halinin ve farklı toplumsal kesimler arasındaki gerilimlerin daha da derinleşmesi bizi nereye götürür bilemiyoruz.
Bu sancılı süreçte biz imzacılar da rehin alındık diyebilirim. Muhalif olmanın dışında bir konumu olmayan akademisyenleri, bağlı bulundukları üniversitenin yöneticileri istedikleri gibi fişleyip, FETÖ’cülükle mücadele adına başlatılan, kısa zamanda onu aşan OHAL kapsamındaki uygulamalarla muhatap ediyor görüldüğü kadarıyla. Hükümet ise buna ses çıkarmıyor çünkü bizim üzerimizden gözdağı veriliyor kamuoyuna ve muhaliflere. Bu temelde Gazi Üniversitesi personel daire başkanı tarafından, ilk olarak FETÖ’cülükle suçlandım. Buna itirazlarımın yükselmesi ardından mensubu olduğum Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi dekanıyla avukatımın yaptığı görüşmede avukatıma hiçbir sorun olmadığı, bir yanlış anlaşılma olduğu düşünüldüğü, bunun da düzeleceğini umdukları belirtildi. Aynı zamanda basından ve sosyal medyadan sesimi duyurmaya çalıştım. CHP ile kurulan komisyon esasında bu tür hataların giderilmesi için görüşmelerin devam ettiği söyleniyordu 15 Temmuz sonrasındaki açığa alınanlar açısından kurunun yanında yaşın yanmayacağına dair bir temenni ve görüş vardı kamuoyu nezdinde.
Ama tüm bunlar olurken meğer Gazi Üniversitesi içinde benim ve aynı kurumda çalıştığım Doç. Dr. Kemal İnal’ın adının da olduğu listeyi çoktan bakanlığa göndermiş anladığımız kadarıyla. Ve 1 Eylül tarihinde yayınlanan KHK kapsamında memuriyetten ihraç edildim. Bakanlık eliyle yürütülen bu işlemin imzacı akademisyenleri de muhatap almış olması manidar. YÖK’ün veya başka mercilerin belki de yarım bıraktığı düşünülen iş tek elden yürütüldü böylece. Bu karar kamuoyunun hiç önemsenmediğinin ve at izini it izine karıştırmayacağız (ki bunun yerine kurunun yanında yaş da yanar gibi çok daha anlamlı bir ifade varken bunun seçilmesi de tesadüf değil bence. Buradaki at kim it kim?) iddiasının asılsız olduğunun bir göstergesi. Üniversiteler muhbir gibi davrandılar ve keyfi biçimde kurtulmak istedikleri isimleri listeleyip bakanlığa gönderdiler. Bakanlık da hızlıca alınan ve uygulanan bu karara kim, nereden, neden gibi temel soruları dahi sormaksızın birçok insanı haksız yere bu şekilde dahil etti listeye.
İnanılmaz sayıda insan soruşturma yapılmadan bir günde memuriyetten ihraç edildi. Bu Türkiye tarihinde görülmemiş bir müdahale. Bu insanların hepsi gerçekten aynı düzeyde her konuda sorumlu mu ya da gerçek sorumlular kim o da ayrı bir tartışma konusu. Ama bu işle en alakası olmayan bizlerin, yani barış bildirisine imza atan akademisyenlerin dahi ihraç edilebildiği bu ortamda bu sorular anlamsızlaşıyor ne yazık ki. Herkes biliyor ki buradaki asıl mesele açıkça FETÖ’cülük değil. Ama hazır FETÖ diye başlayan bu süreçte tüm muhalif aydınların da neden önü kesilmesin? Kimse bu antidemokratik yaklaşımda bir beis görmüyor konu kendileri olmadığı sürece.
Kişisel olarak 1 Eylül tarihinde yayımlanan KHK ile kamu görevinden çıkarıldığını şaşkınlık ve üzüntüyle öğrendiğim sadece kendi ismim de olmadı. Kocaeli Üniversitesi’nden ve Ankara Üniversitesi’nden de pek çok meslektaşımın aynı listede yer aldığını görmek ayrıca üzüntü vericiydi. Eğitim-Sen üyesi veya yöneticisi olmak nedeniyle listeye sokulan ve daha önce hiçbir soruşturma görmemiş kişiler de vardı listede. Bunların sayısı toplam 40-45 arasında. Kısaca 45 aydın demokrat ve hiçbir biçimde OHAL’e neden olan darbe girişimiyle alakası olmayan insanın ismiyle beraber çıktı liste. Hükümete göre tüm muhalifler aynı belli ki. Ne düzeyde muhalefet etmelerinin, hangi yaklaşıma sahip olduklarının, demokratik araçlar dışında yöntemlerle gerçekten iştigal edip etmediklerinin önemi giderek azalıyor. İstersen demokratik zeminde muhalefet et, muhalefet ediyorsan “terörist” damgası yemen çok kolay.
Bu homojenleştirici (“at izi it izine bilerek mi karıştırılıyor” sorusunu işaret ediyor) söylemin giderek güçlendiğini görmemek mümkün değil. Üniversiteler basında açıkça hedef gösteriliyor. Hâlâ Boğaziçi ve ODTÜ üniversitesinden kimse açığa alınmadı mı diye soran hükümet yanlısı gazeteci yazarlar var mesela. İnanılmaz anti-demokratik bir süreç tüm bu insanların katkısıyla icra edilmekte. Bir zamanlar mazlum olarak kendilerini ifade eden ve demokrasi lafzı eden tüm aydın entelektüel geçinen bu insanların demokrasi anlayışının sınırlarını da acı bir biçimde görmüş olduk. FETÖ vs. çoktan geçilmiş onların gözünde…
Bütün bunlara rağmen FETÖ ya da herhangi bir terör örgütüyle hiçbir ilişkisi olmadığı bilinen benim ve diğer meslektaşlarımın haklarını savunmaya devam edeceğiz elbette. Bugün itibariyle imzacı olup işinden olanların sayısı 90’a ulaştı. Bunun dışında sayısız mağduriyet mevcut. Sadece resmi ve kurumsal olarak yaşadıklarımız değil, kişisel olarak da yaşadıklarımız ayrı ve daha uzun metinlere ancak sığabilirler. Elbette şu kadarını söyleyeyim. Akademi zaten çürükmüş. Akademide olup kendilerine muhalif diyen ve fakat bu süreci sessizce izleyenlerinse bir gün sıranın kendilerine geldiğini görmeleri ne yazık ki an meselesi. Yine de bunların olmaması asıl dileğim. Oysa gerçek amaç muhalefete gözdağı vermek olduğundan kamuoyunun desteği tam tersine çok önem kazanıyor. Keyfi tutumların alıp başını gitmekte olduğu bu dönemde, sanatçılar, akademisyenler, basın, Türkiye’nin fikri gücünü oluşturan tüm demokratik kesimlere dönük girişimlere (tiyatro eserlerinden basına yapılan müdahalelere ve sol muhalif akademisyenlerle yönelik saldırılara kadar uzanıyor bu girişimler) karşı duruşun ortaklaştırılmasının bir umut olabileceğini unutmamak gerekiyor sanırım. Umuyorum Türkiye kendi geleceğini savunduğunun bilinciyle bu yönde davranır ve bu hukuksuz ve haksız sürece tepki gösterir. Bizler aynı gemideyiz ve gemi batıyor. Dolayısıyla mesele kişisel mağduriyetlerimizin ötesine çoktan geçti. Ama mağdurlara sahip çıkarak gelecek yeni mağduriyetleri önlemekten başka çıkar yolumuz da görünmüyor. Türkiye tarihine yaşadıklarımızın derin derin kazılmakta olduğu şu günlerde özellikle akademisyenlerin kulağına küpe olur bu sözüm umarım…