05 Nisan 2012

Vatandaş 12 Eylül darbesini destekledi efsanesi

“Totaliter rejimlere nasıl uyum sağlarız? Kendimizi aldatarak. Kendimizi çaresiz hissederek.” Gündüz Vassaf, Radikal’deki yazısına (25.03.2912) bu soru ve cevapla başlıyordu.

 

“Totaliter rejimlere nasıl uyum sağlarız? Kendimizi aldatarak. Kendimizi çaresiz hissederek.

Gündüz Vassaf, Radikal’deki yazısına (25.03.2912) bu soru ve cevapla başlıyordu. Yazının devamında da 12 Eylül döneminde üniversitelerdeki hocaların çok önemli bir kısmının çeşitli psikolojik savunma ve rasyonalizasyon mekanizmalarıyla geliştirdikleri darbecilerle işbirlikçi tutumlarını örneklerle hatırlatıyordu.

Bakın ekranlara, gazetelere, bugünlerde o darbeye yol döşemiş, suç ortaklığı yapmış bir sürü siyasetçi, gazeteci, akademisyen de o dönemden zarar görmüş gibi ortalıkta. Çoğu insan 12 Eylül darbesi ve sonrasında yaşananlardaki kendi paylarını unutmuş görünüyor.

Hayatı, bir ülkenin tüm bir dönemini başkalarının senaryoları, komploları üzerinden açıklamaya yatkın bir zihin haritanız varsa bir şey diyemem. Generallerin, sermayenin, ABD’nin böylesi senaryoları her zaman olmuştur. Ama bir senaryonun geçerli olabilmesi, uygulanabilmesi ve başarıya ulaşması için tüm bir ülke ve hayat kurgulanamaz. Ortamın, zamanın, aktörlerin de az veya çok payları vardır o senaryonun gerçekleşmesi için. 12 Eylül sabahı ülkedeki küçük veya büyük tüm siyasi aktörler, sermaye ve medya hala özeleştirisini bile yapamamışken, iki generalin davası üzerinden hiç kimse kendini temize çekemez. Baksanıza o dönemin katillerinden bazıları bile kendi cinayetlerini unutup, müdahil olmak için başvurmuş mahkemeye.

Olan bitende kendi payını bilenlerin en sık başvurdukları savunma argümanlarından birisi de vatandaşın 12 Eylül darbesini desteklediği, 12 Eylül anayasasına yüzde 92 destek verildiği.

12 Eylül Türkiye’sinde topluma çaresizliği hissettirmesinde, darbe dışında seçenek yok duygusunun gelişmesinde kimlerin payı var acaba?

Bırakın 32 yıl önceyi, bugün bile toplumun üçte biri darbeyi meşru görüyor. Çünkü bu iktidarın dindar karakterinden korkuyor. Çünkü bu iktidarı değiştirecek siyasal güce ulaşamayacağından korkuyor. Çünkü kendi siyasal temsilcilerinin bu iktidar ile baş edemediğini düşünüyor. Çareyi de 32 yıl önce olduğu gibi generallerden arıyor.

Bu insanların endişelerini, korkularını, bırakın iktidarı, kendi siyasi temsilcileri anlamaya çalışıyorlar mı acaba? Bu insanların okudukları gazeteler, izledikleri ekranlar korkunun yersizliğini mi yayıyor, yoksa var olan korkuları daha da çoğaltmaya, manipüle edilir hale getirmeye mi çalışıyor? Bu insanların siyasi temsilcileri siyaset zemininde mi çalışıyor, yoksa Meclis’i boykot etmek, kürsüyü işgal etmek gibi “artık siyaset yoluyla yapabileceğimiz bir şey yok” mu demek istiyor?

12 Eylül’e dönersek, yargılanması gereken yalnızca iki general değil, bir zihniyet ve siyaset yapma biçimidir. Yargılanması gereken zihniyet de vatandaşa güvenmeyen, vatandaşı devletine karşı ödevlerini yerine getirmesi gereken piyonlar olarak gören devletçi, militarist ve şoven zihniyettir. O zihniyettir ki, 12 Eylül döneminde zirve yapmış olan ama her daim geçerli olan, kendine muhaliflere karşı insanlık suçu işlemekten kaçınmayan….

Ne yazık ki, o zihniyet yalnızca generaller arasında değil, sivil siyasetçilerin, gazetecilerin, akademisyenlerin, kanaat önderlerinin arasında da oldukça yaygındır.

Sorun da vatandaşın darbe heveslisi olmasında değil, bu toplumun kendine öncülük ve hizmet beklediklerinin heveslerinde ve zihin haritalarındadır. 

Yazarın Diğer Yazıları

"Türkiye’nin Değişen Yüzü": Değerler, toplumda eskisi kadar açıklayıcı değil

Veri Enstitüsü’nün geçen hafta yayımladığımız “Türkiye’nin Değişen Yüzü 2024” araştırması, bu zaman aralığında ve bu ulusal, bölgesel ve küresel dinamikler içinde “değerlerin” eskisi kadar açıklayıcı olmadığını gösteriyor

Kendi de korkuyor ötekini de korkutuyor: Kaygıda ortaklaşmış durumdayız, peki nasıl aşarız?

Her birimiz adeta arkası olmayan sandalyelerde oturuyoruz. Tanış olmadan ilişki ve selam mesafemizdeki kalabalıklarda kimseye değmeden, yaslanmadan, selamlaşmadan yaşamaya çalışıyoruz. Sırtımızı dayayacağımız akrabalar, hemşehriler, sosyal ağlar da dağılmış, herhangi bir sıkıntı anında başvurabileceğimiz kurumlar da…

Açılıma tepkisizliğin nedeni ne? İlgisizlik mi, toplumsal barış beklentisi mi?

Gündelik hayat yalnızca bireysel varlığımızı ve hayatımızı sürdürebilme gayretine dönüşmüş. Ortak hayatın meseleleri öncelikli ilgi alanımızda değil. Ancak toplumsal psikolojinin depresyon seviyesine kadar gerilemiş olması, Kürt meselesi gibi kadim meselelerde çözüme yakın olduğumuza işaret ediyor

"
"