17 Ekim 2022

Toplum muhalefeti bekliyor

Bunca krize, ekonomide, dış politikada bilerek bilmeyerek yapılan bunca hataya karşın, AK Parti hâlâ birinci parti ise bir sebebi var. Tek aktör dindarlar değil, tek dinamik iktidarın politikaları da değil. Toplumun büyük kısmı muhalefeti bekliyor; bir ses, bir söz duymak istiyor

 Seçimlere yaklaşılırken siyasal söylemler, söylemlerin ve rekabetin belirleneceği ikilemler ve eksenler belirginleşmeye başlıyor. Sorun bunda değil. Sorun, dinamikler, gerçek sorunlar, ihtiyaçlar, talepler ile söylemler arasındaki yarıktan kaynaklanıyor. Bir bakıma yurttaşların gerçekleri ile siyasi aktörlerin gündemi arasındaki fark da denebilir.

Ekonomik buhranın boyutları yüzeydeki sayısal bazı göstergelerden daha derin bir yoksulluğa işaret ediyor. Ekonomik büyüme, işsizlik veya enflasyon sayılarındaki görece değişimlerden daha ağır yaşamlar sürüyor toplum. Doğruluğu ve güvenilirliği tartışmalı, kamu kaynaklı sayılardaki küçük ve göreceli iyileşme veya kötüleşmeden öte yurttaşların bireysel hayatlarındaki yoksullaşma, yoksunlaşma çok daha derin ve kalıcı. Yoksullaşmaya adaletsizlik duygusu eşlik ediyor. Yoksullaşma ve adaletsizliğin ürettiği hararet ekonomik sınıfsal gerilimi ve duyguları yükseltiyor.

Buna karşılık siyasi aktörlerin gündemi kültürel kimliklere göre pozisyonlarından şekilleniyor. İktidar bloku kültürel kimlikler üzerinden siyasetin ve seçim tercihlerinin belirlenmesini istiyor. Dindarlık ve Türk milliyetçiliği üzerinden siyasi gerilimin yararına olacağını düşünüyor. Bu siyasetin bir karşılığı da var iktidar açısından. Çünkü özellikle dindarlarda ve milliyetçi kümede her şeye karşın kendi kimliklerine, kutuplarına ve iktidar yandaşlığına bir meşru gerekçe alanı açıyor yaşanan bazı güncel gerilimler. En azından dindarlar ve Türk milliyetçilerinde iktidar eleştirisi olsa da karşı tarafa olan duygusal karşıtlığın yoğunluğu iktidara sadakati besliyor. Öte yandan muhalefet bloku da bu zihni ve siyasi çerçevenin dışına çıkamıyor. CHP’nin başörtüsü hamlesi, Babacan’ın endişeli muhafazakârlara doğru olan söylemleri de bu çerçevenin içinden şekilleniyor.

Sonuçta iktidarın sonunu getirecek sınıfsal gerilime dair çözüm vizyon ve politikaları, yoksullaşmayı, adaletsizliği esas alan söylemler iken kültürel kimlikler arası kutuplaşma iktidara soluk alanı açıyor.

Demokrasi kavramının içi boşalmış vaziyette

Gerçekte seçimleri belirleyecek ikinci yarılma ekseni demokrasi ve otoriterlik arasında. Elbette günümüz dünyasında demokrasi karşıtı olduğunu açıkça söyleyen siyasi lider yok, bizde de yok. Ama demokrasi kavramının içi boşaltılmış halde. Konuşulan dezenformasyon yasası bile demokrasinin gereği diye anlatılıyor, beğenilmiş veya gönderilmiş sosyal medya mesajlarının bile soruşturma ve dava konusu yapıldığı, İranlı kadınlara destek yürüyüşünün polis şiddetiyle engellendiği, milletvekillerinin protesto haklarını kullanırken şiddet gördüğü koşullar demokrasi diye anlatılıyor. Demokrasi yalnızca partilerin varlıklarına ve seçimlerin yapılabiliyor olmasına sıkıştırılıyor.

Bu politikaların arkasında temel bir zihni kırılma var. Asıl sorun özgürlük ve güvenlik ikilemi. Devletin ve iktidarın güvenlik tanımı “sınır güvenliği” ve “kamu düzeni” tanımları içine sıkışmış durumda. Sınır güvenliğini esas alırsanız elinizdeki temel araç, askeri tedbirler ve politikalar. Bir de Türkiye’nin kadim meselesi olarak Kürt meselesi ve bu bağlamda bölgesel dinamiklere askeri güvenlik üzerindeki risk ve fırsatlar üzerinden bakışı var. Özgürlüklere ise kamu düzeni bağlamında bakılıyor ve her hak talebi kamu düzeni üzerindeki riskleri üzerinden değerlendiriliyor. Hak taleplerinin kamu düzeni üzerinde bir tehdit olup olmaması bir yana muhalefet bile mümkünse protesto hareketleri yükselmesin istiyor. Bu bakıştan beslenerek de iktidar bloku devletin bekası ve kamu düzenini korumak esaslı bir bakışla her karşı söylem ve hareketi terör tanımının içine sıkıştırmaya, her hak ve özgürlük talebini devletin bekası ve kamu düzeni üzerindeki riskler üzerinden değerlendirmeye devam ediyor.

Seçmenin bu politikalara inanarak iktidardan yana tercihine, desteğine devam edebilmesi için de bir korku iklimi yaratılmaya, tüm dünyanın Türkiye’ye karşı kötücül amaçları söylemi üzerinden dünyanın karmaşası anlatılmaya çalışılıyor.

Hâlbuki güvenlik kavramı artık yalnızca sınır güvenliği ve askeri politikalardan ibaret değil. Bekasını kollayacağımız tek unsur da devlet değil. Toplumsal yaşamın ve tüm olarak “ülkenin esenliği” esaslı düşünürsek ekonomik kriz de pandemi de kutuplaşma da lümpenleşme de mafyalaşma da ülkenin esenliği önündeki riskler. Öte yandan özgürlükler meselesini halletmeden ülkenin kadim hiçbir meselesini çözemeyeceğimiz de açık.

Keyfiliğe dayalı ekonomik hayat refah üretmez

Kurumları ve kuralları tümüyle çökertilmiş bir keyfiliğe dayalı ekonomik hayatın da refah, kalkınma, gelir dağılımı adaleti, üretim getiremeyeceği açık. Sivil ekonomik aktörlerin, emek örgütlerinin, hatta parlamentonun konuşamadığı, müzakere edemediği, karar süreçlerine dâhil olamadığı, kamu yararı tartışmasının bile iktidar yandaşlığı ve karşıtlığına sıkıştırıldığı bir ekonomik hayatın ne getirdiğini yaşıyoruz bir süredir.

Muhalefet güvenlik meselesine iktidara benzer bir yerden, sınır güvenliğinden baktığı için tezkerelere koşarak onay veriyor. Muhalefet özgürlük meselesine iktidar gibi kamu düzeni içinden baktığı için Kürt meselesinde ve HDP’ye bakışta iktidarın çizdiği zihni sınırın dışına çıkamıyor. Muhalefet özgürlükler konusunda bütüncül bir bakışa sahip olmadığı için de o kadar esnaf ziyareti yaparken bir gün de kadınların yürüyüşünün yanında, örgütlenmeye çalışan kuryelerin yanında, toprakları, doğaları için çırpınan köylülerin yanında olmuyor. Haksızlık etmeyelim elbette muhalefet blokunda bireysel ve mikro alanlara dair gayretler var, benim burada kastettiğim muhalefetin örgütlülük içinde tutum ve tavır geliştirmesindeki eksiklik.

Muhalefetin ekonomiye dair anlatısı ise “Biz yaparız” demek. Karar süreçlerine katılım, ülke ekonomisinin ana stratejisine dair tartışma ortamı, aktörlerin tercihleri değil bilenlerin yazdıkları ekonomik programlar anlatılıyor.

Bu durumda da muhalefet bloku demokrasi ve otoriterlik geriliminde otoriterliğe dair söylemi olan, itiraza yaslanan bir pozisyon üretiyor ama demokrasi, hak ve özgürlükler bakımından bütüncül ve tutarlı bir pozisyon üretemiyor.

Bir başka eksen yine, bir kez daha iktidarın tanımladığı “yerlilik, millilik” ekseni. İktidarın güvenlik ve devletin bekası söylemini de besleyen yerli ve milli olmak / olmamak meselesi önümüzdeki seçim sürecinin en önemli yarılma eksenlerinden birisi olacağa benziyor. İktidarı oluşturan zihni koalisyonun aktörleri, ülkenin ve devletin risk altında olduğunu ve bu riskin de Batılıların Türkiye aleyhindeki hayallerinden kaynaklandığına inanıyor.

Yeniyi inşa yerine olanı paylaşma savaşı

Dünya bugün karmaşa içinde. Filmlerde gördüğümüz gibi bir büyük savaş olmayacak belki ama yerel ve bölgesel savaşlar da ülkelerin kendi içlerindeki toplumsal gerilimler de artarak sürüyor. Çağ değişiminin gerekleri ile küresel ara buzul dönem olarak adlandırdığım popülist, otoriter, şoven iktidarlar eliyle ulus devletlerin güçlenerek yeniden sahne aldığı bir dönem bu. Yeniyi inşa etmek yerine, olanı yeniden paylaşmak kavgası savaşlara dönüşerek sürüyor.

Siyasal güç ve egemenlik dağılımı da, ekonomik güç ve egemenlik dağılımı da yeniden bölüşüm savaşlarıyla yenilenerek sürdürülmeye çalışılıyor. Müslüman coğrafya ile Batı arasındaki kültürel gerilim karşılıklı radikalleşmeleri besliyor. Büyük oyuncular egemenliğin paylaşımı için büyük oyunlar kurarlarken diğer ülkeler de bu büyük oyuna ve aktörlere göre yeni pozisyonlar belirlemeye çalışıyor. Tüm bunlar elbette Türkiye için de riskler ve fırsatlar barındırıyor.

Bu risk ve fırsatlara iktidarın AK Parti kanadı kendi İslamcı hayallerinden, Türkçü kanadı kendi Avrasyacı hayallerinden bakıyor olsa da ortaklaştıkları bir alan var. Kendi iktidarlarını sürdürmenin risk ve fırsatları olarak günceli anlamlandırmak ve pozisyon üretmek daha ağır basıyor. Topluma ise büyük hikâyeyi anlatıyorlar.

Hâlbuki Türkiye küresel egemenlik kavgasına özne ve sahne olmak yerine küresel yeninin nasıl olabileceğine dair bir başka hikâyeyi yazabilir ve oynayabilir. Balkanlar, Kafkaslar, Orta Doğu ve Akdeniz’de yeni bir büyük bölgesel barışı küresel güçlerin egemenlik kavgasının bir parçası olmadan nasıl inşa edebiliriz diye bakabilir.

Bu bakış yalnızca askeri anlaşmalar, silah alışverişleri, bilek bükmeler, hâkimiyet kurma çabaları, lider olma iddiaları üzerinden değil bölgesel ve evrensel esenlik üzerinden geliştirilebilir.

Dünyanın ve bölgenin popülist liderleriyle, otoriter devletleriyle, bölüşüm kavgasının aktörleriyle değil ama dünyada evrensel esenliği önceleyen tartışmaları, bilim dünyası, sanat dünyası ve sivil hareketleriyle inadına karşılıklı beslenme, inadına evrensellik de diyebilir muhalefet. Muhalefetin böyle veya başkaca ama iktidardan farklılaşan bir dünya vizyonu yok ya da henüz duymadık.

Şuna karar vermek ve topluma da tercihinizi anlatmak gerekiyor. Dünyadan yalıtılmış Türkiye mi, dünyanın Türkiye’sinde yeni bir düzen mi? Türkiye Avrupa’nın taşrası, mutfağı, arka bahçesi hatta çöp merkezi mi olsun, etkin bir üyesi mi?

Evrensel vizyonunuz yoksa güncele göre pozisyon alıyorsanız hatta pozisyon da almadan beklemeyi ve izlemeyi esas alıyorsanız, o zaman yapacağınız bu sahneye hiç çıkmadan beklemek. Muhalefet de bunu yapıyor sonuçta. Ama bu sessizlik iktidarın çizdiği zihni sınırlara gönüllü mahkûmiyeti de üretiyor.

Hem güncele, örneğin Rusya’nın Ukrayna’yı işgaline hem de Avrupa Birliği’nin ya da NATO’nun krizlerine bir bakışınızın olması lazım. Toplumun yarısı dış politikayı bilmez, izlemez, yalnızca dış politikaya dair söylenenlere bakarak oy da vermez. Ama toplumun önüne koyduğunuz yeni hikâyenin dünyadan bağımsız olmayacağını da herkes hisseder, bilir. Toplumun bir muasır medeniyet tanımı ve ona ulaşma hayali var ve sizin vizyonunuzun bu hayalin neresine denk geldiğini her yurttaş bilir.

Tüm siyasi aktörler sihirli proje bekliyor

Bir başka ikilem de ekonomi ve siyasal reformlar ekseni. Yalnızca iktidar değil tüm siyasi aktörler uzun süredir siyaseti projeciliğe indirgediler. Herkes, odalara kapatılmış ekiplerinden, danışmanlarından sihirli projeler bekliyor. Bu projelerin neredeyse tümü ekonomik vaatleri esas alan projeler oluyor. Sanki bu ülkenin demokratikleşme, şeffaflık, hesap verebilirlik, hak ve özgürlükler, eğitimde fırsat eşitliği, Kürt meselesi, laiklik meselesi, toplumsal cinsiyet eşitliği, iklim değişikliği ve daha birçok meselesi yok ama en öncelikli mesele ÖTV’ymiş gibi örneğin...

Hâlbuki Türkiye öyle bir zaman aralığında ki hem ekonomik hem de siyasal reformları bütünleşik, birbirine uyumlu ve eş zamanlı yapmadan toplumsal esenliğe ulaşma ihtimali yok. Dünyanın karmaşasının risklerinden korunma ihtimali de yok.

Bu sıkışılan zihni ikilemler nedeniyle bütünleşik, ekonomik ve siyasi reformları bir arada bir anlatı üzerinden farklılaşamıyor muhalefetin. Bunca krize, ekonomide, dış politikada bilerek bilmeyerek yapılan bunca hatalara karşın, iktidar partisi kamuoyuna yansıyan anketlerde gerilemesine karşın hâlâ birinci parti ise bir sebebi var. Bu sebebi iktidar bloku seçmenleri üzerinde sıkça analiz etmeye çalıştım bu köşede. Ama tabloyu belirleyen tek aktör dindarlar değil, tek dinamik iktidarın politikaları da değil.

Toplumun büyük kısmı muhalefeti bekliyor, bir ses, bir söz duymak istiyor da muhalefet yeni bir sesi, sözü önce dinlemek, sonra yeniden söz kurmak, ses çıkarmak istiyor mu göreceğiz. Toplumdaki tedirginliği yaratan da yalnızca ekonomik sıkıntılar değil, siyasetin bu badireden bir çıkış üretip üretemeyeceği.

 


Bekir Ağırdır'ın bu yazısı, Oksijen gazetesinden alındı

Yazarın Diğer Yazıları

İktidarın yeni açılım süreci algı operasyonu mu? Hangi hedeflerden besleniyor?

İster içeriye dönük ister dışarıya dönük hedefle de olsa yeni bir açılım sürecinin kamuoyunun bir kısmının hayalini kurduğu kapsamda olmasını beklemek gerçekçi değil. Eğer Türkiye bu meseleyi çözmeyi gerçekten istiyorsa önceki iki açılımda nelerin eksik veya yanlış yapıldığını yeniden sakince değerlendirmek durumunda

Gezegenin ritmi değişti, sistemler tıkandı; toplumsal krizler yumağından nasıl kurtulacağız?

Askeri, siyasi, ekonomik ve toplumsal krizler yumağı içindeyiz. Gezegenin ritmi değişti, kaynaklar tükeniyor, su ve gıda krizi büyüyor, iklim değişikliği, kuraklık, çevre kirliliği, sağlık krizleri bildiğimiz yaşam ve üretim düzenlerinde varoluşsal bir krize neden oluyor

Küresel bölüşüm kavgası derinleşiyor, sıcak savaşlara dönüşüyor

Şimdilik ABD karşısında Rusya ve İran’ın askeri gücü ve kapasitesi çok geride. AB ve Avrupa da şimdilik ABD’nin siyasal, ekonomik, teknolojik ve askeri egemenliğini kabullenmiş durumda

"
"