Tanık olduğum değil, dinlediğim bir olay olduğu için olayın içindeki isimleri yazmayacağım. Olay şu, yeni anayasa için talep toplama sürecinde kültürel kimliklerden birisinin sivil örgütü önerilerini sunmaya gidiyor. Taleplerinden birisi, ana dillerinin yok olmakta olduğu, ana dillerinin eğitimi dahil yaşatılması için devletin de destek olması. Dinleyen siyaset adamı heyeti de şaşırtacak derecede sempatiyle yaklaşıyor taleplere. Konu dönüp, dolaşıp Kürtlerin ana dilde eğitim taleplerine geliyor. Aynı siyaset adamı bu kez daha sert Kürtçe eğitim talebine. Önceki talebe sempati, Kürtlerin talebine kızgın tepki heyetin de ilgisini çekiyor ve nedenini soruyorlar. Cevap, “sizinki rahmani talep, onların ki şeytani” oluyor.
Dinlediğimde önce gülmüş, sonra kızmıştım. Düşününce, bu ikili algının - ikiyüzlülük demek de mümkün ilkesizlik demek de – yaygın olduğunu görüyorum. Özellikle Ak Parti’nin hemen her öneriye, eleştiriye, muhalefete böyle bir duygusal etiketlemeyle baktığı anlaşılıyor.
Uzağa gitmeye gerek yok, son haftanın üç tartışma konusuna bakılınca da bu duygusal etiketleme açık seçik gözleniyor.
Özel Yetkili Mahkemelere dair 3. Yargı paketi tartışmalarında, Samsun’daki sel faciasından sonra TOKİ uygulamalarına dair tartışmalarda, Çamlıca Tepesi’ne memleketin en büyük camisini yapmaya kalkışma sakilliği etrafındaki tartışmalarda da hep aynı etiketleme var.
Eleştiriler, öneriler sanki şeytani olan, rahmani olan şeklinde ayrıştırılıyor ve şeytani etiketi vurulanlar dinlenmiyor, dikkate alınmıyor. Kaldı ki, Başbakan’ın şeytani olanlar listesi oldukça geniş. Muhalefet, medya –hatta uluslararası medya da-sivil toplum örgütleri, tümüyle şeytani olanı temsil ediyor Başbakan’ın gözünde.
Tersten bakınca bu duygusal etiketlemenin yalnızca Ak Parti ile de sınırlı olmadığı, bu kelimelerle değilse de başka kelime ve kavramlarla hemen her siyasetin, örgütün, hatta hepimizin negatif duygusal etiketler vurduğu kişiler, fikirler var. Zihni farklılıklar ve sorunlar, siyasi farklılıklar duygusal sorunlara dönüşmüş durumda.
Bu hastalıklı durum, her şeyden önce diyaloga ve ilişkiye engel. İlişki ve diyalog olamadıkça da müzakere ortamı oluşamıyor. Doğal olarak da ikna ve uzlaşma süreçleri çalışamıyor. O zaman da hemen hiçbir sorunun çözümüne siyasi uzlaşmayla ulaşılamıyor.
Böylesi bir duygusal tıkanıklığa gelmiş olmakta elbette son yılların siyasi kutuplaşmasının çok büyük etkisi var. Öte yandan bu sorunlu etiketlemenin yaygın olmasında, uluslaşma sürecinde devletin ürettiği ideolojinin, eğitimin, hukukun da etkisi var.
Asıl önemlisi de bizden-ötekilerden, dost-düşman türü etiketleme ve ürettikleri sorunların toplumsal ve kültürel zeminleri de var.
Toplumsal hoşgörü seviyemizin düşük olduğunu biliyoruz. Tek tipleştirici, şoven ve militarist eğitim sistemimiz sayesinde bu durumun her gün yeniden üretilmekte olduğunu da biliyoruz. Siyaset ve medyada, “şeytani-rahmani olan”, “bizden-ötekilerden” olan zihniyetinin de oldukça yaygın olduğunu gözlüyoruz.
Bu durumda da ne siyaset zemininde ne de toplumsal yaşamda demokrasi kültürü gelişebiliyor.